Modern ontolojinin (varlık bilimi) kurucusu olarak kabul edilen Nicolai Hartman bir sanat eserinin yapısını önce “ön Yapı” (Vonderground) ve sonrasında “arka yapı” (Hinterground) şeklinde ikiye ayırmaktadır. Ön yapı hemen görülen, duyulan, dış maddi yapı iken arka yapıdan kasıt ise iç, içerik, soyut yapıdır. Hartmann’ a göre bir sanat eseri dört tabakadan oluşur. Bunun tabakaları ise
1) Ses Tabakası
2) Anlam (Obje) Tabakası
3) Karakter Tabakası
4) Kader Tabakası (tasvir edilen şeylerin alınyazıları, geçmişi), şeklindedir.
Aslında ön yapı, arka yapı ve bu tabakalar, sanat eseri dediklerimizi analiz etmeye anlamaya yaradığı gibi her şeyi de kapsar.
XVI. yüzyılın en büyük şairlerinden biri olarak kabul edilen Hayâlî; Divanı’nı günümüz Türkçesine aktaran Ali Nihat Tarlan tarafından XVI. yüzyılın Fuzûlî’den sonraki en büyük şairi olarak nitelendirilmektedir.
Hayâlî Bey”in Divanındaki “Bilmezler” gazelini buraya ekleyelim.
Cihân-ârâ cihân içindedir ârâyı bilmezler
O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler
Harâbât ehline dûzah azâbın anma ey zâhid
Ki bunlar ibn-i vakt oldu gam-ı ferdâyı bilmezler
Şafak-gûn kan içinde dâğını seyretse âşıklar
Güneşte zerre görmezler felekte ayı bilmezler
Hamîde kadlerine rişte-i eşki takıp bunlar
Atarlar tîr-i maksûdu nedendir yayı bilmezler
Hayâlî fakr şalına çekenler cism-i uryânı
Anunla fahr ederler atlas u dîbâyı bilmezler
Günümüz Türkçe’sindeki beş beyiti yeniden yazalım
Dünyayı süsleyen dünyanın içindedir. Süsü, süsleyeni bilmezler.
O balıklar ki denizin içindedir, denizi bilmezler.( Bazı kaynaklarda bu beytin Hayâlî Bey’e “Nakşî-Melâmî şeyhi Bursalı Bahrî Dede tarafından Hayalî’nin Bahrî Dede’yi ziyaretinde hediye edildiğini belirtirler.)
Harabat ehline cehennem azabından söz açma ey zahid!
Çünkü onlar zamana uyan oldular geleceğin üzüntüsünü bilmezler.
Âşıklar, kıpkızıl kanlarının içindeki dağlanmış yaralarını seyretseler
güneşte zerre göremezler (gibi) felekte ayı (da) bilemezler
Bunlar (âşıklar), bükülmüş boylarına gözyaşı ipliğini takıp
istek oklarını atarlar(ama oku attıkları) yayı bilmezler
Ey Hayâlî! Çıplak vücutlarını fakirlik örtüsü ile kapatanlar (bu fakirlik örtüsüyle)
övünürler, (onlar) atlasın ipekli kumaşın ne olduğunu bilmezler.
Beş beyitten oluşan bu şiirin aruz ölçüsüyle “mefâ’îlün mefâ’îlün mefâ’îlün mefâ’îlün”ü ile işimiz yok tabiki. İlgilendiren yanı şu: Bu gazel de tabakalar vardır. Aşkı yaşayıp, bilenler tabakası (yokluk tabakası) ve varlık sahibi olup bilmezler tabakası. Tabaka nedir? Birçok bilim dalı bu kelimeyi kendi açısından tanımlar. Biz bazı örnekler sunmaya çalışalım.
Tarihten bir örnek verelim. Tabaka kelimesinin “kışla” anlamında ilk defa I. Baybars döneminde Kahire’de Kal‘atülcebel ve çevresinde inşa edilen kışlalar için kullanıldığı bilinmektedir. Memlük Devleti’nde Sultan Memlüklerinin kaldığı kışlalara tabaka adı verilmiştir. Muhammed b. Kalavun döneminde on yedi tabaka varken Halîl b. Şâhin, IX. (XV.) yüzyılda Kahire Kalesi’nde her biri 1000 memlük alabilen on iki tabakanın varlığından bahseder. Tabakalarda ikamet eden Memlükler “mukaddemü’l-memâlîki’s-sultâniyye” unvanını taşıyan bir kumandana bağlıdır. Askerî bir okul özelliği taşıyan tabakalara yeni getirilen çocuk yaştaki Memlüklere “küttâbiyye” (kitâbiyye) adı verilirdi. Sultanlar tabakaları zaman zaman bizzat teftiş ederlerdi. Tabakada eğitim gören memlükler arasında kıdeme göre bir hiyerarşi bulunurdu. Bu eğitim fakih denilen hocalar tarafından yürütülürdü. Ardından fıkhî bilgiler verilir, bulûğ çağına geldiklerinde askerî tâlimlere (furûsiyye) başlanırdı. Bu tâlimlerde çeşitli savaş oyunları, kılıç kullanma, ok ve mızrak atma, ata binme eğitimi verilirdi. Eğitimlerini tamamlayıncaya kadar evlenmeleri yasaktı. Eğitimini tamamlayan Memlükler yapılan bir törenle (itâka) âzat edilir, bu tören sırasında her birine silâh, at, özel elbise verilirdi. Daha sonra bunlar birliklere ayrılır, her birliğin başına bir emir tayin edilirdi. Askerî kabiliyetiyle sivrilenler terfi eder, geleceğin sultanları da çok defa onların arasından çıkardı. Tabakalarda disipline riayet etmeyen Memlükler şiddetle cezalandırılırdı. Memlüklerin tabakalardan ayrılmasına genellikle izin verilmemekle birlikte bazı dönemlerde gündüzleri şehre inmelerine, bazen da haftada bir günü şehirde geçirmelerine müsaade edilirdi. Berkuk döneminde Memlüklerin kışlalardan çıkmasına ve evlenmesine izin verildiği, bunun giderek yaygınlaşması yüzünden kışlaların sadece bir eğitim merkezi haline geldiği belirtilmektedir. Makrîzî, bu uygulamanın askerî eğitimin kalitesini düşürmesinin yanı sıra ahlâkî bozulmaya yol açtığını söyler.
Sosyoloji açısından tabaka nedir bir bakalım. Sosyologlar tabakayı; statü, servet, güç, yaşama biçimi gibi ölçütlere dayanarak toplumsal farklılıkları kategorize etmek üzere araçsal bir kavram olarak kullanırlar. Bu kavram sosyologlara, somut bir toplumsal gruba atıfta bulunmaksızın toplumu üst, orta ve alt gibi hiyerarşik olarak bir araya gelmiş bir yapı şeklinde tasarlama imkânı tanır. Toplumsal tabakalaşma bir piramide benzetilir. Toplumsal olanaklardan pay almanın az ya da çok olması toplumsal tabakalaşma piramidinin şeklinin değişmesine neden olur. Eğitim, sağlık, spor, siyaset, ekonomi, kültür ve sanat gibi olanaklardan yararlanma düzeyi, bireylerin hangi toplumsal tabaka içinde yer aldığının belirlenmesinde dikkate alınması gereken bazı ölçütlerdir.
Şimdi de geçmişten bir olay ekleyelim.
1912 yılının 10 Nisan’ında Titanic isimli transatlantik gemi, Kuzey Atlantik’ten New York’a gitmek üzere Southampton rıhtımından yola çıkmıştı. Yeni endüstriyel çağın övünç kaynağı olan Titanic, bazı yolcuların bugün bile hayal edemeyeceği bir lüks yaşayabildiği, 2300 yolcu taşıyan muhteşem bir gemi idi. Diğer taraftan, geminin ambarını dolduran yoksul göçmenler, “A.B.D.’nde daha iyi bir yaşam
umuduyla” yolculuk ediyorlardı. Geriye dönüp bu korkunç kazaya sosyolojik bir gözle baktığımızda, bazı yolcuların diğerlerinden daha fazla hayatta kalma şansının olduğunu görürüz. O dönemde, cankurtaran sandallarına ilk önce kadınlar ve çocuklar bindirilmişti, böylece ölenlerin % 80’i erkekti. Sosyal sınıf olgusu da önemli bir etkendi. Birinci sınıf bileti olan yolcuların % 60’tan fazlası kurtarılmıştı; çünkü onlar her şeyden önce uyarıların kolayca duyulabildiği ve cankurtaran botlarına ulaşılabildiği daha üst kısımlarda yolculuk ediyorlardı.
İkinci sınıf yolcuların yalnızca % 36’sı hayatını kurtarabilirken, geminin alt kısımlarında yolculuk eden üçüncü sınıf yolcuların ancak % 24’ü boğulmaktan kaçabilmişti. Titanic faciasında, tabaka olgusu yolculuk kalitesinden de öte bir anlam taşıyordu; bu dosdoğru bir ölüm kalım meselesiydi.
Şimdi de siyasi tarih ve vatandaşlık hukukundan örnek verelim.
Feodal döneme özgü olduğu düşünülen hiyerarşik, patriarkal ve dinî kurumları ve değerleri dışlayan kapitalist ulus-devlet, “özgür bireylerin” onaylarıyla oluşan “toplumsal sözleşme”ye dayalı bir toplumsal modele, vatandaşlığın sağladığı sembolik bir siyasal eşitlik ile ulaşmıştır. Vatandaşlığın kamusal alandaki tabakalar arasındaki bu yasal eşitlik ilkesi, feodalizmden kapitalizme geçişte bireyi “özgürleştirici” özelliğinden dolayı ilerlemecidir ancak kapitalizme geçişle birlikte ortaya çıkan devlet-sivil toplum, siyasal alan-ekonomik alan ayrışması aynı zamanda siyasal alanda yasal eşitlik ilkesinin kurulmasıyla birlikte oluşturulur. Ekonomik sistemin siyasal sistemden kesin bir biçimde ayrıştırılmasının ve yalnızca siyasal/kamusal alanda kurgulanan yasal eşitliğin, ekonomik ve sivil alanda sınıfa, katmanlaşmaya, tabakalaşmaya, kimliğe ve toplumsal eşitliğe dair eşitsizlikleri gizlemeye ve hatta bu eşitsizlikleri kurumsallaştırmaya neden olduğu söylenebilir. Vatandaşlık günümüze kadar siyasal ve hukuksal hakları ifade eden bir olgu olagelmiştir, ancak sosyal ve ekonomik haklar vurgusu her zaman eksik kalmıştır. Kapitalist ulus-devletler ekonomik alanda yarattığı eşitsiz paylaşım sorunu nedeniyle vatandaşlığın sosyal ve ekonomik haklar boyutunu zayıflatmaktadır.
Sosyolojik, ekonomik kültürel çalışmalar özellikle tüketim çerçevesinden sosyal yaşama bakarak yeni toplumsal kimliklerin ve farklılıkların, tabakaların eskisinden farklı olarak üretime dayalı toplumsal sınıf kimliği ile değil, bireylerin tüketim alanında benimsedikleri tarzları, yaşam stilleri ve tüketime ilişkin beğenileri ile oluştuğunu öne sürer. Bauman’a göre, toplum, üreticiler ağırlıklı bir toplumdan tüketici ağırlıklı bir topluma evrilmiştir. Bauman’a göre yoksulluk, sadece yokluk ve bedensel tehlike anlamına da gelmemektedir. Yoksulluk aynı zamanda sosyal ve psikolojik bir durumdur. Toplumda
nezih yaşam standardı olarak kabul edilmiş ölçütlerde yaşayamamak, bireyin özsaygısını yitirmesine de sebep olur. Ayrıca “mutlu bir yaşam” tüketim toplumunda hayatın sunduğu fırsatlardan yararlanma, zevk alma, yakaladığı fırsatları kamusal alanda gösterebilen tüketici bireyler olarak tanımlandığında, tüketim toplumu yoksulları, mutlu yaşam şöyle dursun, normal yaşama bile erişemeyen bireylerdir. Tüketim toplumu zevk ve haz üzerinden tanımladığı toplumsallık ile yoksulları sakat, arızalı kusurlu ve noksan, yetersiz olarak tanımlar ve dışlar. Bu yetersizlik öncelikle tüketici olarak yetersizliktir. Toplumda tüketici görevlerini yerine getirememenin güçsüzlüğü, onur kırıcı durumdan tek çıkış yolu tüketici yetersizliği ile baş etmektir. Bauman’ın vurguladığı gibi yeni yoksulluk anlayışı tüketim toplumunda “toplumda yaygın kabul gören ve gösterisel biçimde tüketemeyenin yoksulluğu” olarak tanımlanmaktadır. Tüketimden dışlanmışların tabakasıdır bu tabaka.
Başlığımızdaki Photoshop programından da bahsetmek istiyorum, o sebeple başlığa aldım. Reklam değil. Bu programı kullanmayı çok seviyorum. Programın en büyük özelliği tabakalardan(layer) oluşması. Bir tabakada bir tasarım yapıyorsunuz ve o bağımsız olarak duruyor. Sonra her tabakada başka bir tasarım. En sonunda bu tabakalar üst üste gelerek bir tablo, görüntü, görsel, imaj meydana getiriyorlar. Dilediğiniz de dilediğiniz tabakaya müdahale ederek değişim sağlıyorsunuz, tasarlayabiliyorsunuz ve tabakaların üst üste yerleşerek her birinin kendi özelliklerini göstererek son resmi, bütüncül tasarımı, görüntüyü, algıyı değiştiriyorsunuz. İster tabaka ekleyin ister tabaka çıkarın ya da tabakada değişim oluşturun. Tabakalarla hareket ediyorsunuz ve etki değişiyor. Müthiş değil mi?
Artık yazımın sonuna doğru geldim ve başlığa koyduğum geçen yazımda da bahsettiğim Zenon paradoksundan birkaç cümle edeceğim. Kaplumbağayı biliyorsunuz önde başlamıştı yarışa Akhilleus ise epey geriden ve Zenon’a göre Akhilleus kaplumbağayı asla geçemezdi. Çünkü kaplumbağanın her adımının yarısı, o yarımın yarısı, sonra onun yarısı kadar hep önde olacaktı kaplumbağa ve bu sonsuza gideceği için diğer yarışçı Akhilleus’un ona ulaşımı mümkün değildi bu açıdan. Benim zayıf bilgime göre: İşte aslında her biri kendi tabakasında ve doğrultusunda yol aldığı için birbirlerinin tabakası kendisine ait olduğu için diğeri ona müdahale edemez ve geçemezdi. Çünkü ayrı tabakalardaydılar. Bu iki tabakayı üst üste koyduğunuzda ya da yarıştırdığınızda Akhilleus’un sonsuz ölçekteki sayısal tabakası kaplumbağanın sonsuz ölçekteki sayılara bölünmüş tabakasını geçebilirdi ancak. Biz gerçekliği böyle görürüz. Her şeyde bu böyledir ve tabakaları yarıştırırız, kıyaslarız. Önde olanı, geride kalanı, iyi, kötü ve güzel vs. tüm sıfatları, durumları, nicelikleri, nitelikleri tabakalara bakarak belirleriz. Yaşamda ve gerçeklikte tabakalar vardır ve bunlar üst üste ya da alt alta olduğunda her şeyi anlar çözümler ve kıyaslarız. Tüm mesele tabakaların anlaşılmasıdır? Değişimi ve etkiyi övgüyü, yergiyi tabakaların hareketi belirler.
O halde başa dönerek, James Joyce ve Marcel Duchamp’ın ortak bir algısını anlayışını belirtelim. Her ikisi de var olan yaşayan o an gelişen, rastlayan şeyleri sanat eserlerine katma uğraşısı içindeydi. Duchamp bir başaşağı duran pisuar ile sanat eseri verirken Joyce romanını dikte eden kişiyle çalıştığı anda kapısı tıklatılınca gir kelimesini söylemiş ve dikte eden kişi bunu da metne eklemiştir. Joyce daha sonra kontrolde o anın da metne eklendiğini fark etmiş fakat metinden çıkarmamıştır. Eserlerine “şimdiki an”ın vurgusunu işlemeye çalışmışlar ve onun “geçmiş tabakalarının”olduğunu şimdiki anın suyun üzerindeki buzdağı ya da madalyonun ön yüzü olduğunu göstermeye çalışmışlardır.
Bir sanat eseri olan dünya ve insan, Hayalinin gazelindeki gibi varlık ve yokluk tabakasındakiler ile aşık ile maşukun ayrı tabakalarda yer aldığını bize hissettirir. Bütün dünyalar, coğrafyalar, jeoloji ve binalar tabakalardan, katlardan, levhalardan oluşur ve etkilenir. Zihinlerimiz de dahil. En üstteki düşüncemiz alttaki düşünce tabakalarıyla oluşur. En üstteki tabaka daima görünendir ve sondur. Bütün alt tabakalar onu gösterir onu sunar. Tabakalar değişirse bütün tablo değişir. Büyük güç tabakası diğer tabakaları etkileyerek tasarlayarak değişimi ve tabloyu belirler. Ülkeler de yönetimler de tabakalardan ibarettir. Baştaki cümlemize bakarsak “modern ontolojinin(varlıkbilim) dediği gibi ön ve arka yapı veya iç ve dış yapı ya da alt ve üst yapı tabakasından ayrı olamayız resmimizde, fotoğrafımızda ve imajımızda. “