Savaşın en çetrefilli geçen yedinci aşamasında Rusya, öncelikle “orta vadeli bir zafer kazanmaya” odaklandı. Yani, Rus tarihinde Çariçe 2. Katerina’dan beri kullanıldığı şekliyle, “Novo Rusya’nın” Ukrayna’daki kısmı olarak kabul edilen Kırım, Zaporijye, Herson, Lugansk, Donetsk, Harkov, Odessa, Mıkolayiv, Dnepropetrovskaya ve Poltava’nın bazı kısımlarının kurtarılması, Moskova yönetimi açısından yeterli görüldü. Ruslara göre, buralar zaten kendilerinin tarihı topraklarıydı. Ama Rusların kafasındaki gerçek zafer, hiç kuşkusuz ki, Ukrayna topraklarının tamamının, Kiev’de üslenmiş olan “Neo-Nazi rejiminin” kontrolünden kurtarılmasıydı. Zira böyle bir başarılı sonuç, aynı zamanda dünya düzenini çok kutupluluğa doğru hızla götürebilirdi.
Kiev rejimi ise, ‘son Ukraynalı hayatta kafana kadar savaşma psikolojisi’ içinde olmaya devam etti. Batılılar da, açıkçası, Donbass’a b.ağlı bir yer olan, Rusların diğer Ukrayna şehirlerine açılan bir köprübaşı olarak gördükleri ve 1 Ağustos 2022’den beri de çatışmaların aralıksız devam ettiği Bahmut için, son Ukraynalı kalana kadar destek olma stratejisini sürdürdüler. Wagner güçlerinin, tek bir çıkış yolu bırakarak tamamen çevrelediği şehirde, savunma pozisyonunda olan binlerce Ukrayna askeri direnmeye devam ediyordu. Ancak bu direnç her geçen gün bariz şekilde zayıfladığından, Avrupalıların Ukrayna konusunda bir başarıya ulaşılacağına dair umutları hızla tükenmekteydi. Çünkü Ukrayna’nın askerı kayıpları dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Sızdırılan CIA belgelerine göre, savaşta Nisan (2023) ayına kadar 16-17.000 Rus askeri ve buna karşın 71.500 Ukrayna askeri hayatını kaybetmişti.
Bu olumsuz tablo içinde, Çin bir barış girişiminde bulundu. 22 Şubat 2023 tarihinde Çin dışişleri bakanı Wang Yi, Moskova’ya gerçekleştirdiği ziyaretinde, meslektaşı Lavrov’a Çin’in “Ukrayna Barış Planı1 n111 sundu. Bu plan hakkındaki ön hazırlıklar, zaten Münih Güvenlik Konferansı’nda Çinli yetkililer tarafından tamamlanmıştı. Eşzamanlı olarak bu plan, Ukrayna dışişleri bakanı Dmitro Kuleba’ya da takdim edildi. Tarafların olumlu bir sinyal vermesi beklenmeksizin, plan, bizzat Çin devlet başkanı Xi Jinping tarafından 24 Şubat günü dünya kamuoyuna duyurulacaktı. Nitekim Jinping, beklendiği gibi, bu tarihte Çin’in 12 maddelik barış planını ilan etti. Nötr bir tonda yazılmış olduğu anlaşılan planda, Rusya kesinlikle suçlanmadı; Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne yapılan vurgu da dikkat çekti. Rusya bu plana genel olarak olumlu baktı. Ukrayna ise yine peşinen reddetme temayülü gösterdi.
Öte yandan Rusya’nın Nisan ayı içinde, Türkiye-Suriye arasındaki barış sürecine destek vermesi de dikkatlerden kaçmadı. Zira Moskova açısından olası böyle bir barış, Rusya’nın Ukrayna cephesindeki yükünü ciddi ölçüde hafifletecek ve Moskova bu durumda müttefiki Suriye’yi Türkiye karşısında daha güvenli duruma getirmiş olacaktı.
Çin dışişleri bakanının Moskova ziyareti ile aynı günlerde, Amerikan başkanı Biden da 20 Şubat’ta Kiev’e sürpriz bir ziyarette bulundu. Buraya Polonya’dan tren yoluyla 10 saatte ulaşabildi. Bu ziyaret, operasyonun başlamasının birinci yıldönümüne denk getirildi. Biden Kiev’deki konuşmasında “Ne kadar sürerse sürsün, savaşı sürdüreceğiz” mesajını verdi. Zelenski, bu vesileyle ABD’den ATACMS sistemleri (MGM-140 ordu taktik füze sistemleri) ve savaş jetleri talep etti. Putin ise 22 Şubat günü, Biden’ın sözlerine karşı uzun bir cevap konuşması yaptı.
Kısacası Çin‘in bu barış girişimi, daha evvelki barış teşebbüslerinde olduğu gibi, savaşın hızını düşürmeye yetmedi. Nitekim 24 Şubat tarihinde, Ukrayna, bırakın geri adım atmayı, Moldova Transdinyester bölgesi (Pridnestrovie) sınırındaki askerı yığınağını daha da artırdı. Ukrayna topçuları, bölgede atış pozisyonunda mevzilendiler. Bu sıcak barış girişimi ortamında, Fransa cumhurbaşkanı Macron’un Çin’i ziyaret etmesi (25 Şubat) ise, Pekin’i barış yönlü gayretlerinde daha fazla motive etti.
Dolayısıyla Macron da o sırada Zelenski rejimini Moskova’yla müzakere masasına oturması için teşvik etmeye çalıştı.
Çin’in barış girişiminin tartışıldığı bu ortamda, Avrupa halkları ardı ardına savaş karşıtı eylemler yapmaya başladılar. Nitekim Almanya’da, Ukrayna’ya silah gönderme kararına karşı, ülke çapında hükümet aleyhtarı gösteriler düzenlendi. 26 Şubat günü Berlin’de 50.000 kişilik bir protesto mitingi yapıldı. Ardından diğer Avrupa ülkelerinde de barış yanlısı gösteriler düzenlendi. 27 Mart günü, Polonyalı çiftçiler, hükümetin Rusya karşıtı politikalarına tepki olarak alanlara indiler. Protesto gösterilerine katılan çiftçilerin, “Bizi Ukrayna’ya sattınız” sloganları attıkları görüldü. 6 Nisan’da Zelenski’nin Polonya‘yı ziyaret ettiği gün ise, Polonya tarım bakanı, ülkeyi istila eden Ukrayna tarım ürünlerini gerekçe göstererek istifa etti. Çiftçiler, Ukrayna menşeli tarım ürünlerine karşı, yüksek gümrük vergileri ve harçlarının getirilmesini talep ediyorlardı. Ardından Bulgar ve Romen çiftçiler de ayağa kalktılar. Polonya devlet başkanı ise, bu ziyareti sırasında Zelenski’ye, savaşta gösterdiği kahramanlık dolayısıyla, en yüksek devlet madalyası olan “Beyaz Kartal Nişanı’nı” takdim etti. Rus basını bunu, “Kartal kanatlarını açtı” sözleriyle yorumladı. Bilindiği üzere Polonya devlet armasında ‘beyaz karta/figürü’ bulunmaktadır. Ama sonuçta, 17 Nisan günü AB’nin tepkisine rağmen, Polonya ve Macaristan, kamuoyu baskılarına dayanamayarak, kendi tarım sektörlerini korumak adına, Ukrayna’dan tarım ürünlerinin ithalini tamamen durdurma kararı aldılar.
Zelenski, bütün bu barış yönlü baskılara rağmen, 27 Şubat günü, Bahmut’taki çatışmalar sürerken, doğu cephesindeki başarısızlık gerekçesiyle, ordu komutanı (Ukrayna Müşterek Kuvvetleri Komutanı) Eduard Moskalyov’u görevden aldı. Doğudaki savaş şartları, Ukrayna’nın aleyhinde gelişiyordu. Bahmut’un (Artyomovsk) kuzeyindeki Yagodnoye de Rusların (Wagner güçlerinin) eline geçmişti. Dünyanın gözü kulağı Bahmut’tan gelecek haberlere odaklanmıştı. Yani Bahmut cephesindeki çatışmaların gelişimi, savaşın olası yeni bir kırılma noktası olarak kabul edildi.
Ruslar açısından, zor da olsa sahada alınan bu başarılardan dolayı, savaş halen konvansiyonel silahlar ekseninde sürdürülüyordu. Dolayısıyla Rusya daha henüz taktik (TNW) ya da stratejik nükleer silahlarını (SNW] devreye sokmayı planlamamıştı. Rusya’nın, savaşta nükleer silahlara yönelme hususundaki tek kırmızıçizgisi, alacağı mutlak bir yenilgi olabilirdi. Yani Rusya ancak böyle bir durumda (bilhassa Bahmut’u ve Ukrayna’nın doğusunu kaybetmesi halinde), nükleer gücüne başvurabilirdi.
Bu ortamda, Zelenski ise, muhatap olduğu sıkıntılı şartlardan kurtulabilmek için, zaman zaman, bazı füze maniplasyonlarında bulunabildi. Örneğin, daha evvel bahsettiğimiz ‘Polonya’ya düşen füzeler hadisesinin’ ardından, Batılı müttefiklerinden “Rusya’ya karşı bir nükleer saldırı baş/atılmasını” isteyebilmişti. Bu sırada, ingiltere’nin Ukrayna’ya zayıflatılmış uranyum içeren mühimmat tedarik ettiği iddiaları bile gündeme geldi. Zaten Londra yönetimi, 22 Şubat günü Ukrayna’ya uzun menzilli füzeler verebileceğini ima eden bir açıklama da yapmıştır.
Yani Kiev’in Rus stratejik üslerini vurma planına Batıdan açık destek verenler oldu. Ukrayna şimdilik, SİHA’ları bu iş için, NATO uzmanlarının gözetiminde donatmakta ve kullanmaktaydı. Nitekim Mart ayının başlarında Ukrayna ordusunun paramiliter güçleri, sınırdaki Rus toprağı olan Bryansk’a insansız araçlarla ve eşzamanlı olarak karadan bir terör saldırısı düzenlediler. Bu, Ukrayna güçlerinin Rus topraklarında yaptığı ilk sınır ötesi operasyondu. Burada amaç, Rusya’nın stratejik bir yenilgiye uğratılması olarak gösterildi. Ama tabii ki bu saldırılarla böyle bir sonuç alınması mümkün görünmüyordu.
Rusya ise, buna 10 Mart günü hipersonik Kinzal füzeleriyle Ukrayna askeri altyapısını hedefleyerek cevap verdi.
Ukrayna, Rusya’nın bu gibi füze saldırılarına karşı, orta menzilli füze savunma sistemleri açısından, ancak Mayıs sonlarına kadar 2 ya da 3 büyük saldırı dalgasına dayanabilecek durumda gözüküyordu. Bu hesabı bizzat Batılı askerı uzmanlar yapmışlardır. Dolayısıyla Yunanistan bile, 14 Mart günü, elindeki S-300 füzelerini Ukrayna‘ya vermeyi önerdi. Ancak bunun için, lisans sahibi Moskova’nın izni gerekliydi ki, böyle bir şeyin olması zaten düşünülemezdi. Tabii Atina da, bunun karşılığında, ABD’den yeni nesil Patriot füzelerini almak istiyordu.
15 Mart günü, Kuzey Akım hattına yönelik bir terör saldırısı daha düzenlendi. Barışa dair beklentileri iyice zayıflayan Putin, bu saldırının arkasında da Ukrayna’nın olduğunu açıkladı. Pulitzer ödüllü gazeteci Seymour Hersh ise, bu saldırının sorumlusunun doğrudan ABD olduğuna dair net deliller bulunduğunu ifade eden ilginç bir yazı yazdı.
Artan terör saldırıları karşısında, normal geçerlilik süresi 18 Mart 2023 tarihinde dolacak olan BM nezdindeki Karadeniz Tahıl Koridoru Anlaşması üzerindeki tartışmalar ise, yeniden alevlendi. Ukrayna, anlaşmanın süresinin en az 1 yıl daha uzatılmasını isterken, Rusya ancak 60 gün uzatılmasına taraftar oldu. Lavrov, Rus tahıl ve gübre üreticilerinin çıkarlarının da korunması durumunda, bu anlaşmanın yürürlük süresinin uzatılabileceğini açıkladı. Rus dışişleri bakanına göre, anlaşmanın sürdürülebilmesi için şu 3 şeyin acilen yapılması gerekiyordu:
- Rus tahıl ve gübresinin önündeki yaptırım engellerinin (ödeme sistemi, lojistik ve sigortalama konularında) kaldırılması,
- Ukrayna tahılının çoğunun yoksul ülkelere aktarılması,
- Kuzey Akım hattına yapılan sabotajın faillerinin bulunması ve cezalandırılması.
Karadeniz güvenliği konusunda ciddi endişeleri olan Rusya, 17 Mart günü, bölgede, ‘geçici durum olanını’ ihlal ettiği gerekçesiyle, bir Amerikan İHA’sını (MQ-9 Reaper) düşürdü. Bu olayın hemen 1 gün sonrasında (18 Mart) ise, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü John Kirby, Avrupalıların tam tersine bir çıkış yaparak, Ukrayna’da ateşkese karşı olduklarını açıkladı. Gerçi bu konuda tabii ki son sözü Zelenski ve yönetimi söyleyecekti. Ama ABD’nin bu çıkışına karşı bir şey söylemesi de ne kadar mümkün olabilirdi? Zaten Ukraynıa’nın özel operasyon grubu olan Thor da, Rus hedeflerine karşı, CIA yönlendirmesi altında saldırı faaliyetlerini epeyce yoğunlaştırmıştı.
ABD bu çıkışı yaptığı sıralarda, Çin devlet başkanı Xi Jinping Moskova‘da Putin’le görüşmek üzereydi. Nitekim Jinping, Moskova ziyaretini gerçekleştirdi. Bu ziyaret Putin açısından büyük bir moral kaynağı oldu. Dolayısıyla bundan sonra, iki Avrasya gücünün Ukrayna savaşı eksenindeki dayanışması daha da arttı.
Bu aşamada, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) ise, oldukça tarihi bir karar alarak, Putin hakkında, “savaş suçu işlediği” gerekçesiyle “uluslararası tutuklama emri/kararı” çıkarttı. Mahkeme, esasen Ukraynalı çocukların Rusya tarafından zorla sınır dışı edilmesi gibi maddı bir delile dayanarak bu kararı verdi. Halbuki UCM’nin Rusya açısından iddia edilen suçlamayla ilgili bir yargı yetkisi bulunmamaktaydı. Çünkü Moskova, daha önceden, bu yargı organının yetkisini tanımadığını deklere etmişti. Bu arada yakalama emri, uluslararası hukuk açısından şu anlama gelmekteydi: UCM’nin yargı yetkisini kabul etmiş olan 123 ülke, Putin bunların topraklarına olası bir giriş yaptığında, onu derhal tutuklayarak mahkeme merkezinin bulunduğu La Haye’e göndermeleri gibi bir yükümlülük altına girmiş oldular. Bu bağlamda, bir sonraki BRICS zirvesinin yapılacağı Güney Afrika Cumhuriyeti’nin devlet başkanı Cyril Ramaphosa, Putin’in zirveye katılması halinde ne yapacağını kara kara düşünmeye başladı ve hatta ülkesinin, UCM’nin yargı yetkisini iptal etmesini bile önerdi.
Ukrayna lideri Zelenski ise, daha da ileri giderek, Putin hakkında, UCM’den ayrı, ad hoc bir “Savaş Suçları Mahkemesi’nin” kurulmaısını istedi. Önerisini şu sözlerle savundu: “Saldırgan, adaletin tüm gücünü hissetmelidir. Bu bizim tarihi sorumluluğumuzdur. Bir uzlaşı değil, bir mahkeme kararı istiyoruz.” Zelenski bu isteğini BM’nin, saldırganı tarif eden şu hükmüne dayandırmıştır: “Bir devletin silahlı kuvvetlerinin, başka bir devlete saldırması, istila etmesi ya da askeri işgalde bulunması” …
Avrupa Birliği, Zelenski’nin bu çağrısını dikkate alarak, girişimde bulundu ve Mart ayı içinde, La Haye’de Rusya’nın saldırı suçu davalarının kovuşturulması amacıyla bir ad hac mahkeme kurulduğunu açıkladı. Ukrayna operasyonuna ilişkin olarak kanıtları toplayacak ve soruşturmanın koordine edilmesini sağlayacak olan bu ad hoc mahkeme, UCM’nin, Putin’e ve haklarında suçlamalar yöneltilen diğer Rus yöneticilere açtığı davalara paralel olarak çalışacaktı. Bu çok önemli bir dava süreciydi. Çünkü Hollanda dışişleri bakanlığına bağlı küresel ceza adaletinden sorumlu büyükelçi Beth van Schaack’ın da belirttiği üzere, bu yargılama prosesi, modern çağda saldırı suçunun ilk kez kovuşturulması anlamına gelecek ve önemli bir içtihat oluşturacaktı.
Putin ise, hakkında çıkartılan bu tutuklama kararına ve yargılama sürecine, Donbass‘ı ziyaret ederek açıkça meydan okudu. Nitekim Putin, 19 Mart günü, Donetsk Halk Cumhuriyeti‘nin Mariupol şehrine sürpriz bir ziyarette bulundu. Oradan ordusunun Rostov-on-Don’daki güney harekat merkezine geçti.
Bu koşullarda 2024 seçimleri için hazırlanan Amerikan Başkanlık adayı Trump bile, “Üçüncü Dünya Savaşı’na hiç bu kadar yakın olmamıştık” tespitinde bulunmuştur. Rusya Stratejik Füze Kuvvetleri komutan yardımcısı lgor Fazletdinov ve emekli Albay V. Lumpov, Voennaya Mysl (Askeri Düşünce) Dergisi için kaleme aldıkları ortak makalede, ABD’nin, dünya liderliğini kaybetmemek amacıyla Rusya’ya karşı nükleer silah kullanmayı planladığını belirttiler. Onlara göre, ABD, Rusya’ya karşı, bu amaçla, “Çok Alanlı Küresel Strateji” kavramını geliştiriyordu. Makalede yapılan analizde adı geçen bu konsept çerçevesinde ABD, Rusya’ya karşı 3 aşamalı olarak şu gaddarca saldırı planını ortaya koymuştur:
- 1) Rusya’nın stratejik nükleer kuvvetlerinin %65-70’inin anlık konvansiyonel saldırılar ile yok edilmesi,
- 2) Geri kalan Rus nükleer kuvvetlerinin küresel bir füze savunma sistemi kullanılarak imha edilmesi,
- 3) Ardından da, nükleer bir saldırı yoluyla Rusya’nın tamamen hedeflenmesi.
Bu bağlamda Rusya da, nükleer yıkım ihtimali su yüzüne çıktığı ölçüde, nükleer bir savaş senaryosu olasılığına karşı hazırlık yapmayı ihmal etmedi. Nitekim ABD ile 2010 yılında imzalamış olduğu “Yeni Start Antlaşması’nı” (Stratejik Saldırı Silahları Antlaşması) hemen askıya alarak, restini çekti. Hatırlanacak olursa, bu antlaşma, Rusya ve ABD’nin karşılıklı olarak konuşlandırdığı stratejik nükleer savaş başlıklarının sayısını maksimum 1.550 olarak, ayrıca rampaların ve nükleer kapasiteli ağır bombardıman uçaklarının sayısını ise 800 ile sınırlandırıyordu.
Dolayısıyla gerginlik daha da tırmandı. Rus Duma’sı, bu askıya alma kararını 22 Şubat günü onaylamıştı. Federasyon Konseyi de bunu Mart ayında onayladıktan sonra, karar, nihai imzayı atacak olan Putin’in önüne geldi. Kararım imzalanmasından sonraki ilk iş olarak ise, Moskova Belarus’a 6 Nisan itibarıyla İskender füzeleri mi sevk etmeye başladı.
Rusya Radyolojik-Kimyasal-Biyolojik Koruma Birliği şefi lgor Kirillov’un (9 Nisan) belirttiğine göre, ABD bu aşamada, Ukrayna’da biye-laboratuvarlar inşa etme programını yeniden başlatmıştır.
Endişeleri had safhaya ulaşan Avrupalı liderler ise, Rusların Bahmut’a doğru ilerleyişlerine bir türlü engel olamadılar. Çatışmalar, bu ınoktada Bahmut ve etrafında şiddetle düğümlenmiş vaziyetteydi. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, daha 8 Mart günü yaptığı bir değerlendirmede zaten, “Bahmut’un yakın zamanda Rusların eline geçeceği” ihtimalinden açıkça bahsetmişti. Öyle görünmesine karşın
Zelenski, hala “Bahmut’u (kaleyi) sonuna kadar savunacağız” diyerek, askerlerini diri tutmaya çalışıyordu. Tam aksine, Ukrayna Genelkurmay Başkanı Valeriy Zalujni, Zelenski’den orduyu buradan bir an önce geri çekmesini talep etmişse de, ona bu isteğini kabul ettiremedi. Üstelik Ukrayna, bu aşamada Çin’in ve diğer ülkelerin barış/arabuluculuk tekliflerini de geri çevirdi. Yani, Ukrayna emin adımlarla kendi felaketine doğru sürükleniyordu.
Bu noktada Çin ile Brezilya devlet başkanları Jinping ve Lula da Silva (25 Mart 2023 tarihinde), Ukrayna savaşını sonlandırabilmek için bir “Barış Klübü” kurma teşebbüsünde bulundular. Esasında, 15 Şubat’taki Münih Güvenlik Konferansı‘ndaki konuşmasında, konferansın eski başkanı Wolfgang lschinger de Ukrayna için benzer bir politik-stratejik temas grubunun kurulmasını önermişti. Çin bu gayretler içinde olmasına rağmen, birçok analizci ve gözlemci, Ukrayna savaşından en çok Çin’in kazançlı çıktığını düşünüyorlardı. Çünkü onlara göre, ABD’nin dikkati ve kaynakları Ukrayna ve Avrupa güvenliği üzerinde odaklandıkça, Hint-Pasifik bölgesinde Çin lehine bir rahatlama oluyordu.
Kısacası, ne yapılırsa yapılsın, savaşın yoğunluğu ve şiddeti bir türlü azalmadı. Nitekim Mart ayında, daha önce vaat edildiği üzere, 14 adet Leopard-2 tankının Ukrayna topraklarına sevkiyatı başlatıldı. Böylelikle NATO’ya ait zırhlı araçlar, yakın zamanda, savaşa fiilen katılacaklardı. Müttefikleri, Ukrayna için 80’er, 90’ar tanktan müteşekkil 2 tank taburu oluşturmaya söz vermişti. Amaç, Rusların tüm Ukrayna topraklarından (Kırım dahil) geri püskürtülmesi idi. Bu doğrultuda büyük bir “Bahar Taarruzu” için planlar yapılmaya başlandı. Nitekim Ukrayna Kara Kuvvetleri komutanı Oleksandr Syrskyi, 26 Mart günü, çok yakında bu taarruzu başlatabileceklerini açıkladı. Ukrayna başbakanı Denis Shmıgal de (18 Nisan) benzer bir vurguda bulundu.
Ukrayna, bu konuda Türkiye’nin desteğine de çok güveniyordu. 18 Nisan günü Ukrayna altyapı bakanı Oleksandr Kubrakov, savunma bakanı Hulusi Akar‘ın davetlisi olarak Türkiye’ye geldi ve iki bakan Kayseri’de özel olarak görüştüler. Görüşmede Türkiye’nin vereceği olası destek üzerinde yoğunlaşıldı.
Zelenski’ye göre bu taarruzu yapabilecek silahlara henüz tam erişim sağlanamıyordu. Zira tank, top ve Hl MARS roket atarları olmadan, bu taarruzdan başarılı bir sonuç beklemek neredeyse imkansızdı. Benzer şekilde, Ukrayna Özel Harekat Güçleri’nin komutan yardımcısı Sergey Krivonos da, NATO’nun Ukrayna’ya sağladığı mühimmatın henüz yeterli düzeyde olmadığından şikayette bulundu. Öyle ki, Ukrayna günde attığı top mermisi sayısını 5 binden, 1.000’in biraz üzerine kadar düşürmek zorunda kaldı. Üstelik Almanya’daki Ramstein Üssü’nde 21 Nisan günü toplanan Ukrayna Savunma Temas Grubu toplantısında, Ukrayna’ya savaş uçaklarının ve cephanenin tedariki konusunda ciddi anlaşmazlıklar baş gösterdi. Grubun içinden gelen bazı çatlak sesler susturulamadı. Gerginlik bilhassa Almanya-Fransa ikilisi ile Polonya-Estonya ikilisi arasında yaşandı. Polonya başbakanı Mateusz Morawiecki, yardım verme konusundaki isteksizliğinden dolayı Almanya’yı açıkça suçladı.
Polonya, bu hususta Avrupalı müttefikler adına Ukrayna’ya en açık ve en büyük desteği veren ülkeydi. Hatta bu destek o kadar ileri boyutlara kadar gitti ki, Polonya’nın Paris büyükelçisi Emeryk Roscizewski (20 Mart 2023), “Ukrayna’nın yenilmesi halinde, biz savaşa dahil oluruz” şeklinde bir meydan okumada dahi bulundu. Bu aşamada, Polonya’nın dışişleri eski bakanı Radoslav Sikorskiy de, “Rusya’ya karşı savunma amacıyla, gerekirse Ukrayna’nın batıdaki topraklarının geçici olarak işgal edilebilme” ihtimalini bile tartışmaya açtı.
Ukrayna’daki bir başka tartışma ise, NATO’dan güvenlik garantileri elde edebilmek için, son çare olarak, Polonya ile bir “konfederal birlik” kurulması mevzuu üzerinde olmuştur. Hatırlanırsa, benzer bir plan, Birinci Karabağ Savaşı sırasında, NATO garantilerini elde edebilmek için, dönemin Azerbaycan cumhurbaşkanı Ebulfez Elçi bey tarafından Türkiye ile birleşme formülü olarak (“Bir Millet, Bir Devlet” sloganı çerçevesinde) dile getirilmişti. Varşova ziyareti sırasında Zelenski de, “aramızda tarihi sınır kalmayacak” diyerek bu olası “birleşme formülüne” göz kırptı. Bu konuda 2020 yılında Ukrayna-Polonya-Litvanya arasında kurulmuş olan “Lublin Üçgeni” de, bir altyapı teşkil edebilirdi. Nitekim bu platformun kurulmasındaki temel amaç, zaten Ukrayna’nın NATO’ya katılımına (öncelikle bir “güçlendirilmiş ortaklık statüsü” verilerek, daha sonra da “üyelik için bir eylem planı” oluşturularak) yardımcı olmaktı.
Ukrayna dışişleri bakanı Dmitro Kuleba‘ya göre (13 Nisan 2023) “Karadeniz, tıpkı Baltık gibi bir NATO denizi olmalıydı”. Tabii ki bu, Rusya’nın hiç istemediği ve asla izin vermeyeceği bir senaryoydu. ABD ise, Ukrayna‘nın bu yaklaşımını açıkça destekledi. Zaten 16 Mart 2023’te ABD Senatosu’na sunulan “Karadeniz Güvenlik Yasası Teklifi” esasen şu 2 şeyi amaçlıyordu: Karadeniz’deki ABD-NATO varlığının artırılması ve kıyı devletlerine daha fazla müdahale edilmesi. Bu yasa teklifi, açıkça ABD’nin bölgede “turuncu müdahaleler” yapmasının kapılarını açıyordu. Zira yasa teklifindeki şu ifadeler, oldukça dikkat çekiciydi: “ABD’nin, Karadeniz ülkelerindeki yolsuzluğu önlemek ve bunların AvrupaAtlantik topluluğuna yakınlaşmalarını hızlandırmak için demokratik kurumlarını güçlendirme çabalarına desteği devam edecek”.
Her neyse, sonuçta, Polonya’nın liderliğinde AB ülkeleri, 24 Mart günü, kendi aralarında oybirliğiyle, Ukrayna’ya 2 milyar Euro değerinde “1 milyon adet topçu mühimmatı gönderme” kararı aldılar. Bunun tedariki ise, Nisan ayı gibi gerçekleşecekti. Bu mühimmat desteği, “Avrupa Barış Fonu” adlı mali mekanizma bünyesinde yürütülecekti. Böylelikle, Ukrayna’ya o zamana kadarki AB yardımlarının parasal toplamı, 5.6 milyar Euro’ya yükselmiş oluyordu.
ABD de, bu aşamada, hemen Ukrayna sınırına yakın Polonya topraklarında NATO ittifak yükümlülükleri kapsamında hazırda tuttuğu 82. ve 101. hava indirme tümenlerini teyakkuz durumuna geçirdi. Burada toplam 20.000’den fazla Amerikan askeri, savaşa her an müdahale edebilecek durumda bekletiliyordu. Yani Ukrayna Savaşı‘nın bir dünya savaşına dönüşme riski son derece yüksek bir seviyeye tırmanmıştı. Putin ise bu gergin ortamda, kendinden emin ve soğukkanlı imajını başarıyla sürdürmeyi bildi.
(devam edecek … )