Benyamin Netanyahu, 22 Eylül 2023 tarihinde New York’ta düzenlenen 78. BM-Genel Kurul toplantısında yaptığı konuşmada 2 harita kullanmıştı. Bunların birincisinde, 1967 savaşındaki işgallerinden sonraki Filistin topraklarını, güya 1948’deki kuruluş haritası diye göstermişti. Hâlbuki BM-Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararına istinaden, İsrail 4 Haziran 1967’den sonra işgal ettiği Suriye, Lübnan ve Filistin topraklarından çekilmek zorundaydı. 1947’de İsrail’in kurulmasına onay veren BM Genel Kurulu’nun 181 sayılı taksim kararına binaen, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız ve egemen Filistin devleti ise tanınmak mecburiyetindeydi. Ama tanınması şöyle dursun, Netanyahu’nun bu haritasında Batı Şeria, “A”, “B” ve “C” parçalarına ayrılmış; “A” ve “B” bölgeleri Mahmud Abbas yönetimi altında gösterilirken, “C” parçası, İsrail asker ve polisinin direkt kontrolünde bir Filistin esir kampı durumuna indirgenmişti. Dolayısıyla Tel Aviv yönetimi o sırada, İsrail egemenliğinde bir Filistin barışının hayalî haritasını lanse etmek istemiştir. Konuşmasının ilerleyen safhasında ise Netanyahu, Filistin’i tamamen silinmiş ve tümünü İsrail toprağı olarak gösteren bir “Yeni Ortadoğu Haritası” ile emperyal izahatlarda bulunmaya devam etmişti. Bu şekilde İsrail’in maskesi iyice düşmüş oldu. Zira bu haritada Batı Şeria ve Gazze’ye ver verilmemişti bile…
Suriye’nin Golan bölgesi, Lübnan sınırındaki El Gajar köyü ve Mğar Şbey’a (Şebaa Çiftlikleri) gibi yerler de İsrail toprakları arasına katılmıştı. Sözü edilen bu ikinci haritada, daha ilginci, yeşil renge boyanmış 3 Müslüman bölge (Suudi Arabistan-BAE ve Bahreyn bir bütün olmak üzere, Mısır ve Ürdün) İsrail’in dostları olarak belirtilmişti. Dolayısıyla Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilerin bu ülkelere göç ettirilmesi planlanmıştı. Plana göre Filistin halkı için büyük olasılıkla Sina Çölü’nde modern yerleşim yerleri inşa edilecekti. Bu sürecin finansmanı ise, tamamen İsrail ve ABD tarafından karşılanacaktı. Zaten ABD başkanı Biden da, “Ortadoğu’ya yeni bir şekil vereceğiz” sözleriyle, benzer istikamette açık bir niyet beyanında bulunmuştur. Yani anlaşılan ABD ve İsrail, Ortadoğu için yeni bir düzen oluşturmaya çalışıyorlardı.
Ortadoğu’da devlet düzeyinde bu plana engel olabilecek yegâne ülke ise Türkiye olabilirdi. Nitekim MOSSAD’ın eski başkanı Yossi Kohen (2019), “İran’ın gücü kırılgandır; Türkiye ise daha büyük bir tehlikedir” değerlendirmesinde bulunmuştu. Jarusalem Institute for Strategy and Security’nin (JISS) hazırlamış olduğu 16 Eylül 2021 tarihli raporda da, Türkiye, “İsrail’in çıkarlarına karşı en büyük engel olarak” nitelendirilmiştir. İsrail ise, bu algısal durum çerçevesinde, Türkiye’yi dengelemek için Doğu Akdeniz sahasında Yunanistan ve Güney Kıbrıs’la stratejik işbirliğini geliştirmeye çalışmıştır.
Bu arada yine 2021 yılında, İsrail ABD’nin Avrupa Komutanlığı (EUCOM) sahasından çıkartılarak, daha kritik önemde olan Merkezî Komutanlık (CENTCOM) yetki sahası kapsamına alınmıştı. O dönemde Suriye ve Irak’ta da CENTCOM bağlamında yeni Amerikan askerî birlikleri konuşlandırılmıştı.
Yahudi inancına göre kutsal gün sayılan 7 Ekim’deki “Simchat (Simha) Torah’ta” yaşanan felaket ile başlayan kaosta, “yenilmez İsrail mitini yıkan” Hamas ve eskatolojik anlamda kadim öğretisindeki “kıyamet mitolojisi” yeniden depreşen Tel Aviv yönetimi, uzun sürecek büyük bir savaşa (bir nevi Melhame-i Kübra ya da Armageddon) kendilerince hazırlık yapmayı sürdürdüler. Gazze’yi “şeytanî bir kötülük şehri” olarak niteleyen Netanyahu, planlanan nihaî kara harekâtını ABD’den takviye kuvvetler gelene kadar ve rehineler konusu da gözetilerek bir müddet daha erteleme yoluna gitti. Hamas ise, Gazze’yi İsrail açısından bir anlamda “yeni bir Stalingrad” haline dönüştürmek için hazırlıklarını sürdürdü.
ABD-Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü John Kirby, 12 Ekim’de “Kara harekâtı için İsrail’e asker göndermeyi planlamıyoruz” dedikten 4 gün sonra (16 Ekim), ABD dışişleri bakanı Antony Blinken, bu konuya açıklık getirerek devletinin kararını net olarak ifade etti. Buna göre, “Hazırlanma emri verilen 2.000 Amerikan askeri, İsrail’e kara harekâtı için değil, bazı bölge ülkelerine gönderilecek tıbbî yardım ve sınır geçişlerini kontrol etmek amacıyla konuşlandırılacaktı”.
ABD, bu ekiple birlikte THAAD (Bölge Yüksek İrtifa Hava Savunma) sistemini de İsrail’e gönderme kararı aldı. Dolayısıyla bu sistemin kurulması için de biraz zaman gerekecekti.
Hamas ise, bu arada, Katar’ın arabuculuğuyla, rehine takasına yeşil ışık yakarak, bazı sivil esirleri (2 Amerikalı kadın) serbest bıraktı.
İsrail Ordusunun Hazırlanması
İsrail hükümeti, ülkede ve dünyada yaşayan tüm İsrail halkından biraraya gelecek 465.000 yedek askerin orduya katılmaları için çağrıda bulundu. İsrail ordusunda hazır durumdaki asker sayısı ise ilk etapta sadece 169.500 kişi idi. Üstelik bunların yetenekleri de sınırlıydı. Örneğin, İsrail özel harekât ekipleri daha çok istihbarat toplama ve hedef gruplara sızma konusunda uzmandı. Geri kalanının eğitimleri ise, özellikle İsrailli yerleşimcilerin korunması ve savunmasız Filistinli sivillere operasyon düzenlenmesi üzerine kuruluydu.
Zaten bu yetersizliklerin üstesinden gelinebilmesi için, 2022 yılında İsrail’in Yunanistan ve Güney Kıbrıs’la yaptığı Ateş Arabaları Tatbikatı’nda bilhassa Jason tipi amfibi çıkarma gemileri ile çalışılmıştı. 2023 yılında düzenlenen Ardıç Meşe Tatbikatı’nda ise, İran’la yapılacak olası bir savaş halinde, ABD ve müttefiklerin ne kadar hızlı şekilde yardıma gelebilecekleri senaryosu üzerinde duruldu. Bu tatbikat, US-CENTCOM komutanı Michael Erik Kurilla tarafından da izlendi. Hatta Suriye’nin kuzeyindeki PYD-YPG kampları da Kurilla tarafından o sırada, Türkiye’nin tepkisini çekecek şekilde ziyaret edilmiştir. Son olarak Haziran 2023’te ise, bölgede açılması muhtemel yeni cepheler için hazırlık amaçlı Firm Hand Tatbikatı yapıldı. Tüm bu tatbikatların ve gözlemlerin neticesinde, Amerikan Kongresi’nin Araştırma Merkezi, Eylül 2023’te Jim Zanotti imzasıyla “İsrail: Önemli Sorunlar ve ABD ile İlişkiler” başlıklı raporunu yayımladı. Raporda, İsrail ordusunun, teknolojik olarak üstün olsa da, İran’ın nükleer programına karşı geniş çaplı bir operasyonda başarılı olma ihtimalinin yeterince düşük olduğu sonucuna varılmıştı. Dolayısıyla bu raporun ardından, İsrail ordusunun operasyonel faaliyetlerinin ve hazırlık durumunun iyileştirilmesine yönelik ciddi çalışmalar başlatılmıştı.
Türkiye’nin Garantörlük Teklifi ve Diğer Barış Çabaları
Tekrardan İsrail-Hamas çatışmasına dönecek olursak, Türkiye’nin, çatışmaların durdurulması, esirlerin değişimi ve can kaybının önlenmesi yönlü arabuluculuk çalışmaları aralıksız devam etti. Nitekim Rusya, Filistin konusunda Türkiye’nin iki devletli çözüm için 17 Ekim günü sunduğu garantörlük teklifine olumlu yanıt verdi. Bu teklife göre, Filistin-İsrail meselesi konusunda bir “garantör ülkeler sistemi” oluşturulacaktı. Bilindiği üzere Türkiye bu planını ilkin Mısır’a sunmuş ama Kahire’den net bir karşılık alamamıştı. Ancak Rusya bu öneriyi hemen kabul etti. Ardından dışişleri bakanı Hakan Fidan Lübnan’a gitti. Aynı teklifi Beyrut’ta da dile getirdi. Türk diplomasisi bu şekilde iki aşırı uç arasındaki gerginliği yatıştırmaya çalıştı.
Rusya ise, 16 Ekim günü, BM-Güvenlik Konseyi’ne İnsani Ateşkes için bir Karar Tasarısı sunmuştu. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabul edilişinin 75. Yıldönümünde, bu tasarıya ilişkin yapılan trajik oylamada (17 Ekim), tasarı ABD, İngiltere, Fransa ve Japonya tarafından veto edildi. BM-Güvenlik Konseyi’nde ortaya çıkan “insanlık cephesi” (Rusya, Çin, BAE, Gabon, Mozambik) ise tasarıya “evet” oyu verdiler. Bu arada girişimin hemen bir gün sonrasında (18 Ekim) Rus Duması, İsrail yanlısı cepheye tepkisel bir çıkış yaparak, nükleer denemelerin kapsamlı olarak yasaklanması anlaşmasının onayından geri çekilmeyi öngören yasa tasarısını kabul etti ve nihai imza için başkan Putin’e gönderdi.
Karşılıklı olarak Hamas’ın ve İsrail’in sivillere yönelik şiddetli saldırılarını kınayan benzer bir karar tasarısı da, 18 Ekim günü Brezilya tarafından BM-Güvenlik Konseyi’ne sunuldu. Bu tasarı, tıpkı daha öncekiler gibi, Gazze Şeridi’ne yardım ulaştırılması için çatışmalara insanî bir ara (mola) verilmesini öngörüyordu. Ancak bu da, ABD’nin vetosuyla reddedildi. ABD, uyguladığı vetoyu, kararın İsrail’in “meşru müdafaa hakkına değinmediği” gerekçesine dayandırdı.
Öte yandan, Çin devlet başkanlığı, “Ortadoğu’da istikrarın sağlanması için Mısır’la birlikte çalışmak istediklerine” dair bir mesaj yayımladı. Ardından Pekin yönetimi, 19 Ekim günü “iki halk için iki devlet planının uygulanmasında Rusya ile çalışmaya hazırız” sinyalini verdi. Dolayısıyla Ortadoğu’daki savaş ortamında Rusya-Çin-Mısır-Türkiye arasında ‘de facto’ bir işbirliği ekseni oluşmaya başladı. Türkiye tavrını daha çok bu eksenden yana koydu ve NATO müttefiklerinden ciddi olarak kopma eğilimi içine girdi. Batı dünyası ise Türkiye’yi bu tavrından dolayı sert şekilde eleştirdi. Nitekim Amerikalı yazar ve Demokrasiyi Savunma Vakfı başkan yardımcısı Jonathan Schanzer (19 Ekim) “Türkiye’nin NATO’dan çıkarılmasına” ilişkin görüşünü tartışmaya açtı.
Bu ortamda Türkiye yine de her şeye rağmen Batıya endeksli pozisyonunu tamamen kaybetmeme çabası içinde oldu. Bu tavrı doğrular nitelikte olmak üzere, 3 kaynaktan önemli sinyaller verildi.
Birinci kaynak olarak, TBMM-Dış İlişkiler Komisyonu’nda dışişleri bakan yardımcısı Ahmet Yıldız’ın (19 Ekim) yaptığı açıklamalar gösterilebilir. Yıldız, “Savunma-güvenlik alanındaki belkemiğimiz, NATO sistemine bağlılıktır. [Biz] NATO’nun ikinci büyük ordusuyuz. […] İsveç de, tıpkı Finlandiya gibi, yükümlülüklerini yerine getirince, NATO üyeliği onaylanacaktır” sözlerini söyleyerek, Türkiye’nin Batıcı-dengeci tavrını net olarak teyit etmiş oldu.
Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan da 23 Ekim günü İsveç’in NATO üyeliğine ilişkin katılım protokolünü imzalayarak TBMM’ne göndermiştir. Bu arada Türkiye ilginç bir şekilde, Pekin’de 17-18 Ekim tarihlerinde yapılan 3. Kuşak-Yol Forumu zirvesine üst düzey bir katılım göstermemiştir. Bunun sebebi ise tam olarak anlaşılamamıştır.
İkinci kaynak olarak, savunma eski bakanı Hulusi Akar’ın 18 Ekim günü yaptığı açıklamalar gösterilebilir. Akar şunları söylemiştir: “Bize bazen, neden İncirlik’i boşaltmadığımızı soruyorlar. Boşaltırsak ne olacak? Sonra neden Amerikan üsleri Yunanistan-Dedeağaç’a, Girit’e gitti diye eleştiriliyorlar. Bizim ABD ile anlaşmalarımız var. İncirlik tamamen Türkiye Cumhuriyeti’nin [mülkiyetinde] olan bir yerdir. Orada Türk bayrağı dalgalanıyor. Bütün faaliyetler, bir Türk olan üs komutanının emir ve bilgisi dâhilinde yapılıyor. Ayrıca bizim de uluslararası anlaşmalar çerçevesinde yabancı ülkelerde askeri üslerimiz var.”
Üçüncü kaynak olarak ise, AK Parti sözcüsü Ömer Çelik’in 18 Ekim günü bir soru üzerine verdiği cevap gösterilebilir. Kürecik radar tesisinin kapatılması ihtimaline ilişkin bir soruya cevaben Çelik, “Biz politik diplomasi uyguluyoruz. Diplomatik çizgiyi koruyoruz. Bu konuda bir gündemimiz yok” demiştir.
El Ehl-i Baptist Hastanesine Saldırı ve Kirli Propaganda
Savaşta önemli bir kırılma noktası, 18 Ekim günü yaşandı. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki El Zeytun mahallesindeki El Ehl-i Baptist hastanesi bombalarla hedef alındı. Hastanedeki 471 kişi hayatını kaybetti. Netanyahu, bu saldırının İslami Cihat tarafından yapıldığı yalanını ortaya attı. Hâlbuki saldırıda Amerikan yapımı MK-84 bombası kullanılmıştır. Zaten Filistinli örgütler, bu denli büyük ve etkili bir füzeye, bunu ateşleyebilecek bir uçağa veya sisteme sahip değillerdi. Saldırıda İsrail’in yasaklı silahlar (kimyasal silah niteliğinde olan fosfor bombası) kullandığı iddiası da, dünya kamuoyu tarafından açık bir “savaş suçu” olarak yorumlandı.
Ancak Alman şansölyesi Olaf Scholz, bu saldırıdan birkaç saat sonra bile, Filistinlileri Nazilere benzetebilmiştir.
Amerikan başkanı Joe Biden ise, saldırının ertesi gün (19 Ekim), Tel Aviv ziyaretini sürdürürken, “Filistinliler kendi kendilerini öldürüyorlar” dedi. Ama delil olarak paylaşılan görüntüler, 2022’ye ait çıktı. Kırpılmış ve müdahale edilerek ters yöne çevrilmiş görüntüler kullanıldı. Bir garip iddia da, Filistinlilerin oyuncak bebeklerle provokasyon yaptıkları yönünde oldu. Kısacası olayla ilgili kirli bir propaganda uygulanmaya çalışıldı. ABD bu gibi propaganda yöntemlerini sıklıkla kullanmaktadır. Hatırlanırsa 2003’te de, Irak’ın nükleer silahı olduğu yönündeki yalan bir bilgi ve gerekçeyle bu ülkenin işgaline girişilmişti. Ayrıca Hamas komutanının yakalanma görüntüleri de sahte çıktı. Nitekim görüntüdeki kişinin Dağlık Karabağlı Ermeni yönetici Ruben Vardanyan olduğu anlaşıldı. Hamile bir kadının işkenceye tabi tutulduğuna ilişkin görüntülerin ise, Meksika’daki suç örgütlerince yapılmış ve çekilmiş olduğu tespit edildi.
ABD’nin Stratejik Sıkışmışlığı
Öte yandan ABD, bu olayla ilgili tutarlı bir strateji belirlemekte ciddi problemler yaşadı. Nitekim başkan Biden, İsrail’den Amerika’ya dönünce (20 Ekim) “İsrail’i iki devletli çözüme zorlayacağım” dedi. Ama bu sözlerinin de altını dolduramadı. Dolayısıyla bu genel tablo karşısında, Hakan Fidan’ın yorumu, “ABD’nin bölgedeki moral üstünlüğü inanılmaz şekilde zedelendi. Belki de kalıcı bir kopuşun arifesindeyiz” şeklinde oldu. Bu manidar tespitin sonucu ise belki de, 1956-Süveyş krizinde İngiltere’nin durumu gibi olabilirdi. Şimdi sanki ona benzer bir kırılmayı ABD yaşamak üzereydi. Türkiye ise müttefikine bu yönde gerekli uyarısını yapmış oldu.
ABD’nin, çoğu konuda rasyonel dış politikalar izlemesine karşın, hâlâ ısrarla sürdürdüğü ve kendince ahlaki bulduğu ama alabildiğine irrasyonel olan dış politik davranışlarının olduğu bir kez daha görüldü ve anlaşıldı. Bunlardan en önde gelen ikisi, İsrail’e verdiği tartışmasız destek ve PYD-YPG eksenli Suriye politikasıdır. Ortadoğu bölgesindeki birçok aktör ise, başta da Türkiye olmak üzere, bu politikalardan ciddi anlamda rahatsız olmaktadırlar. Söz konusu politikalar, ABD’ye yüklü maliyetler (Amerika’ya olan nefreti körüklemek ve Ukrayna politikasında vurguladığı tezleri çürütmek gibi) getirmektedir. Buna karşın ABD ise, İsrail politikasının ağır maliyetlerini rasyonalize edebilmek için, İsrail lobisini bahane olarak kullanmaktadır.
Kısacası başta Biden olmak üzere Amerikalı yetkililer, İsrail konusunda aşırı derecede duygusal ve ön yargılıdırlar. Başkanın bazı eski konuşma görüntülerine bakıldığında bu durum net olarak göze çarpmaktadır. Nitekim Biden Haziran 1986’da Delaware senatörü iken, şunları söylemişti: “İsrail’e verdiğimiz destek için özür dilemeyi bırakmanın zamanı geldi. Özür dilenecek bir şey yok. Eğer bir İsrail olmasaydı, ABD, bölgedeki çıkarlarını korumak için zaten bir İsrail icat etmek zorunda kalacaktı.”
Biden Mart 2016’da ise şu ifadeleri kullanmıştı: “Yahudi olsaydım, Siyonist olurdum. Ama babam Siyonist olmak için Yahudi olmana gerek yok dedi”.
(devam edecek)