MSG (Musiki Eseri Sahipleri Grubu Meslek Birliği) Başkanı, şarkıcı Ferhat Göçer, “Bütün meslek birliklerini birleştirip, büyük Türkiye Müzik Federasyonunu oluşturmaya çalışıyorum ekip arkadaşlarımla. Bana yardımcı olan diğer meslek birlikleri başkanlarıyla birlikte yapıyoruz. Hem telif bilincinin oluşturulması için çok daha güçlü bir ses oluşturmak hem de zor zamanlarımızda muhataplarımızla daha güçlü şekilde diyaloğa girebilmek adına bunun gerekli olduğunu düşünüyorum.” dedi.
“Beni Başkası Anlayamaz” adlı yeni şarkısına Dubai çöllerinde klip çeken, seslendirdiği Anadolu Aryaları Vol. I ve Vol. II’yi plak formunda koleksiyonerlerle buluştumayı planlayan Göçer, 25 yıllık sanat hayatını, rol aldığı Sabahattin Ali’nin hayatını konu alan “Aldırma Gönül” adlı müzikli oyunu, MSG Başkanlığı ile doktorluktan bugüne gelen süreci AA muhabirine anlattı.
Ferhat Bey, nasılsınız? Yoğun koşturmanın içinde bizi evinizde ağırladınız, sağ olun.
“İyiyiz, sen nasılsın? Ne demek. Çok da güzel bir vesile oldu. Sonunda yıllardır görmediğim bir dostumla, seninle buluşmuş olduk. Harikasın, hoş geldiniz şeref verdiniz.”
Hoş bulduk. Ben de çok mutlu oldum. Nasılsınız, iyi misiniz?
“Sağ olun. Normal günlük koşturmacalarımız içerisinde yuvarlanıp gidiyoruz. Ayakta durmaya çalışıyoruz.”
Anadolu Aryaları Volume II geldi. Hayırlı olsun.
“Ben sadece dijital platformda çıkarmıştım bu eserleri. Çok güzel şık bir teklif geldi. Plak yapalım dediler. Zevkle yapalım dedik. Anadolu Aryaları Vol. I ve Vol. II’de derlenecek en güzel parçaları zaten seçmiştim. Onların içerisinden seçtiğim parçalardan bir plak hazırlıyoruz. Meraklılarının eline ulaşacaktır diye düşünüyorum.”
Plak zaten materyal olarak çok güzel, hem de ses kalitesi olarak da şahane.
“Bu projeye çok yakışacak bir şey. Biliyorsun artık her şey dijitalde. Seninle yaptığımız röportaj zamanlarında henüz daha kasetler, yeni bitmiş CD’ler vardı. Şimdi CD’ler bitti, ondan sonra download çıktı, o bitti. Şimdi streamler var. Tamamen her şey dijital platformlara dönüştü. Bunun yanında elle dokunabileceğin, insana ulaşan enstrüman, materyal kalmadı. Her şey bulutlardan ulaşıyor artık.”
Anadolu Aryaları’nın plak hale gelmesi eminim ki hem sizi sanatçı olarak onurlandıracak hem de dinleyenlerin sahip olacağı çok özel bir çalışma olmalı?
“Bravo. Ben çok mutlu oldum. Tabii arabalarda bile CD çalar yok. Artık telefondan bluetooth’a bağlanılıyor. Ama meraklıları hala evlerinde pikaplar ve plak koleksiyonları yapıyor. Küçük bir oran tabii. Yani bu tamamen bir koleksiyonerlere hazırlanmış bir hediye mantığında sunulacak. Ama bu bile heyecan, mutluluk verici.”
“Anadolu Aryalarını her yöreye özgü bir enstrümanla kaydettik”
Anadolu Aryaları’nda Anadolu topraklarından çıkmış çok özel yörelerin, çok özel yerel türkülerini yorumladınız sanırım. Biraz bahsedebilir misiniz içeriğinden?
“Aldığımız klasik Batı eğitiminin o yumuşak tonuyla, daha yumuşak bir tınıyla seslendirmeye çalıştım ve mümkün olduğu kadar her yöreye özgü bir enstrümanla kaydettik. Balaban, kemençe, tambur, tarduş, cümbüş gibi enstrümanları ve perdesiz gitar kullandık. Sade bir yorumla türkünün güzelliğini, Anadolu’nun renklerini sunmaya çalıştık. Her yöreden, Trakya’dan ayrı Ege’den ayrı. Karadeniz, Doğu, Güneydoğu ve İç Anadolu’dan sevdiğim ve seveceklerini ümit ettiğim türküleri derledik. Çok içime sindi. Ben öyle çok fazla kendi albümlerini, kendi şarkılarını dinleyen bir adam değilimdir. Ama böyle kendimle baş başa kaldığımda ara sıra açıp dinliyorum o türküleri. Çok da hoşuma gidiyor. Yani ben bu kadar sevdiysem eminim ki beni dinleyen dostlarım, sevenlerim de hoşlanacaktır.”
Peki hangi türkü kalbinize bir ok gibi saplanıyor dinlerken?
“3-4 tane var. ‘Değmen Benim Gamlı Yaslı Gönlüme’ diye bir türkü var. O başka bir şey yani. ‘Ela Gözlüm’, ‘Harman Yeri’, ‘Bahçede Yeşil Çınar’, ‘Karadır Kaşların’ yine öyle. Yani hepsi birbirinden güzel. Ama bu 3- 4 türkünün dinlerken inceliği de bambaşka.”
Anadolu Aryaları Vol. I ile Türkiye’nin her yerini dolaştınız. Anadolu Aryaları Vol.II ile birlikte yeniden programlara ve konserlere başladınız mı?
Ferhat Göçer: “Evet dolaştım. Bu arada ‘Sabahattin Ali-Aldırma Gönül’ müzikalimiz var. Dolayısıyla asıl onun turnesinde olduğum için bir sonraki turne programını da Anadolu Aryaları’yla yapacağım. Ama orada bir farklılık da kazandırmaya çalışacağım. Anadolu’nun renkleri dedik burada. Sahneye türkülerin, eserlerin renklerini de yansıtmaya çalışacağım. O yüzden de kafamda bir proje var. Tam şekillendirdiğimde onu açıklayacağım. Ama aşağı yukarı şöyle söyleyeyim her türkünün, şarkının, ezginin kendine has bir rengi de olduğunu düşünüyorum. Böylece hem türkülerle hem hazırladığımız bir takım mapping ya da video gösterileriyle spontane hazırlanmış renklerini de sunmaya çalışacağız. Bakalım neler çıkıyor? Ben de heyecanla bu konudaki sonuçları bekliyorum.”
“Afrika hariç dünyanın dört bir yanını dolaştım”
Gidilmedik görülmedik bir yer kaldı mı?
“Afrika’ya hiç gitmedim. İlk röportajlarımdan biridir seninle yaptığım. Ondan sonra dünyanın dört bir yanını dolaştım. Asya’nın birçok ülkesi, Avrupa’da zaten ayak basmadığımız yer kalmadı, keza Kuzey Amerika kıtasında Kanada olsun, Amerika olsun, çok gidip geldik ama Güney Amerika ve Afrika kıtasına henüz hiç gitmedim. Hedefim oralarda da konserler verip gezip görmek.”
Alessandro Safina, Gino Castelli, Al Bano, Patrizio Buanne, Emma Shapplin ve Michael Bolton gibi sanatçıları bir araya gelip programlar yaptınız. Anadolu Aryaları’ndan yola çıkarak, bizim topraklarımızla ilgili, yabancı sanatçılarla gittiğiniz ülkelerde bir çalışma yapmayı planlıyor musunuz?
“Buraya konuk aldığımız Gino Castelli, Patrizio Buene, Michael Bolton, Al Bano, Emma Shapplin gibi sanatçıları birlikte sahne almak için davet ettiğimizde, hepsine birer türkü öğrettim. Sahnede onlarla bu türküleri seslendirdik. Hatta biraz araştırırsak, bunların hepsi vardır mesela. İşte Safina’ya bir Neşet Ertaş türküsü söylettik. Ondan sonra Patrizio Buanne, ‘Uzun İnce bir Yoldayım’ı söyledi. Emma Shaplin ile ‘Salına Salına da Gel’ isimli türküyü söyledik. Her birine buraya gelmeden önce proje olarak, bir türkü notalarını gönderdim sözleriyle beraber. Buraya çalışarak geldiler ve sahnede unutulmaz tabii. 1997’de başladık. 1997’den 2004’e kadar arka arkaya bu konserleri yaptık. Bundan 20 sene önce tabii izleyiciler çok etkileniyordu, çok hoşlarına gidiyordu. Ama yurt dışına gittiğimde genelde ben yalnız gidiyorum. 30’a yakın ülke dolaştım ve oralarda hep tek başıma konserler verdim. Yabancıları da burada ağırladık.”
Yabancı bir sanatçının bugün de sahnede türkü okuması biz dinleyicileri hala etkiler diye düşünüyorum.
“Tabii. Birçok izleyicinin hoşuna gider eminim. Neden olmasın, bakalım. Önümüzdeki konserlere bakacağız.”
Aldırma Gönül-Sabahattin Ali, albüm projesi olarak size geliyor ve sonra oyuna evriliyor. On parçayı canlı orkestra eşliğinde seslendirmek ve Sabahattin Ali’nin hayat hikayesini sahnede sunmak çok büyülü bir şey olmalı. Neler hissediyorsunuz?
“Bir kere çok etkilendim. Sabahattin Ali’yi tanımak, anlamak, canlandırmak için bütün romanlarını, şiirlerini, hayat hikayesini okudum. Sadece bir albümdü başta ama bu albümle kalmamalıydı. Çünkü ‘Aldırma Gönül’, ‘Leylim Ley’, ‘Ve Melankoli’ ile ‘Dağlar’ gibi birbirinden güzel şarkıların sözlerinin, şiirlerinin sahibi. Dolayısıyla buna bir özel sunum hazırlayayım derken, Ezel Akay ile tanıştım. Ezel Akay’dan yönetmesini rica ettim. Bir sahne projesi hazırladık. Ben oynamayı, onun hayatını canlandırmayı düşünmüyordum aslında. Beni bu konuda teşvik etti, yapabileceğime inandırdı. Haldun Çubukçu senaryosuyla sahnede onun hayatını anlatarak, canlandırarak başladık. Bu parçaları da içine yerleştirdik. Ortaya inanılmaz etkileyici bir hayat hikayesi ve dram çıktı aslında. Biliyorsunuz az çok hikayesini. Dolayısıyla da şimdiki hedefim bu oyunu dünyanın dört bir yanına ulaştırmak.
Türkiye 1. Dünya Savaşı’ndan çıkmış 2. Dünya Savaşı’nın içine girmiş. Gerek siyasi, gerek ekonomik sıkıntıların içerisinde Avrupa’ya gidip, oradaki gelişmeleri görüp kafasında hayal ettiği Türkiye için burada mücadele eden ve tabii ki sistemle sürekli sıkıntılar yaşayan, büyük bir idealist, vatan aşkıyla dolu ancak büyük şanssızlıklar içerisinde, bir kavganın ortasında. İnanılmaz üzücü bir sonla insanı derinden yaralayan bir hikayesi var Sabahattin Ali’nin. Bu açıdan onu canlandırmaya çalışıp, şarkılarını söylerken, izleyicilerin de o dönem Türkiye’si hakkında da fikirler edinmesini sağlamaya gayret ettim, ekibimizle, yazarlarımızla ve bu konudaki mizansenlerimizle. Aslında 100 yıl önceki Türkiye’nin şu anki yaşadığımız süreçten çok da farklı şeyler yaşamadığını görüyoruz. Yaşadığımız coğrafya gereği bu sıkıntılar hep yanı başımızda bir yerde mutlaka bir şey olarak var ve devam ediyor. Bu açıdan günümüzün şu anki genel dünya konjonktürüne ışık tutması açısından da çok büyük farkındalık kazandırıyor oyun. Dediğim gibi böylece daha yakından tanımama, o dönemin kahramanlarını, figürlerini, siyasi ve dünya yapısını anlamama da çok yardımcı oldu. Bana çok büyük şeyler kattı. İzleyenlere de farklı pencereler açacağına inanıyorum. Mutlaka gelip görmelerini istiyorum.”
“Kendime en yakın bulduğum iki şair, Edip Cansever ile Cemal Süreya”
Eğitimci bir ailenin oğlu olarak çok fazla kitap okuduğunuzu ve edebiyatı sevdiğinizi biliyorum. Sizin gönlünüzde bir yerde kendinize yakın bulduğunuz edebiyatçılar ve şairler var mı?
“Ben daha çok şiire meraklıyım. Yani neredeyse Cumhuriyet döneminden bugüne kadarki mevcut, ideolojisi fark etmez, birçok şairi okumaya, anlamaya özen gösterdim. Kendime en yakın bulduğum iki şair Edip Cansever ile Cemal Süreya’dır. Onlardaki doku ve duygusal yapı beni hep çok etkilemiştir. Tabii ki Nazım Hikmet tartışılmaz bu konuda. Sabahattin Ali’nin de hikaye anlatım gücünü çok beğeniyorum. Yaklaşık 100 yıl önce kaleme aldığı şeyler şu an hala, günümüz Türkçesine göre baktığımızda nasıl detaycı, her cümlesinde gözünüzde her şeyi canlandırabilecek kadar kolay resmedebileceğiniz bir anlatım gücü var. Bu açıdan bu isimler beni çok etkilemiştir.”
Öğretmen anne babanın 4 çocuğunun en büyüğüsünüz. 4 yaşında okula başladınız değil mi?
“Evet. Zorunluluk gereği böyle bir şey oldu. İzmit’in Samanlı Dağları’nda bir köy okuluna geldiler ve ben çok küçüktüm. Orada bir dağın yamacında, kaldığımız yer bir kulübe. Öbür kulübe bir köy okuluydu ve tek bir sınıf vardı. Orada sabah 1-2-3’leri annem okuturdu, öğleden sonra 4-5’leri babam okuturdu. Dolayısıyla evde tabii yalnız kalamıyorduk. Beni de yanlarında getirip götürüyordu annem özellikle. Sabahları onunla beraber geliyordum. Evde yalnız bırakmamak için aldığında, ben de 1. sınıflarla yazmaya, çizmeye falan başladım. ‘Bari geliyor hiç olmazsa burada okusun, okula başlasın.’ dediler. 4-5 yaşındaydım. Başlayış o başlayış. Tabii çok zorlandım. Yani özellikle lise ve üniversite yıllarında yaş olarak küçük olduğum için idrak sorunu çok oldu. Üniversitede de normalde onlardan küçüktüm. Üniversiteye 19 yaşında girdiğinizi düşünün, ben 16-17 yaşındayım. 2 yaş küçüğüm. Bir de 1-2 yıl hazırlık okuyarak gelen, Robert Koleji, Üsküdar, Alman okullarından gelen çok arkadaşımız vardı. O arkadaşlarımızla 3-4 yaş fark vardı. Çok ciddi. 40-44 yaş arasındakine göre 17-21 yaş arasında çok daha büyük uçurum vardır. Dolayısıyla çok zorlandım özellikle üniversitede. Ama küçük yaşta başlamanın avantajlarını da daha sonra yakaladım. Yani birçok arkadaşıma göre büyük bir zaman önceliği yakalamıştım fırsat olarak. Bu süreç, müzikle uğraşarak her ikisini birlikte yürütebilmek açısından bana zaman kazandırdı.”
Eğitimci anne-babanın çocuğu okula başlıyorsa, büyük sorumluluklar almalı, örnek çocuk olmalı, başarılı olmalı, sınıfta kalmamalı gibi bir algı da var değil mi?
“Hem de nasıl. Örnek çocuk olmak sadece okuldaki başarı değil, davranış modelinde de dışarıda da öyle. Ne bileyim yani, kötü alışkanlıklar olsun, arkadaş ilişkilerinde, giyim kuşamda, büyükleriyle ilişkilerinde olsun her şeyde siz bir öğretmen çocuğusunuz. Hele hele köy yerinde, sürekli örnek çocuk olmak zorundasınız. Bu açıdan bu sorumluluğu hep üstümde hissettim. Bana büyük bir yük de getirdi. Ama dediğim gibi her zorluk yanında avantajlarıyla geliyor. Yani bunun güzelliklerini de yaşadım, zorluklarını da çektim.”
“O günlerdeki sorumluluklar, başarı ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik algılar Ferhat Göçer’e neler getirdi ve ondan neler götürdü, bugüne nasıl bir yansıması oldu?
“Ben hala içten içe kendimle çok mücadele eden bir adamım. Küçüklükten kalan sorumluluk duygusu ya da bir hata yapmama, örnek olma hareketiyle çok temkinli, sürekli bir kontrol mekanizması içerisinde büyüdüm. Sonra bu benim karakterime oturdu tabii. O yüzden de sert bir kişilik oldu. Yani özellikle 20-40 yaş arasında cidden çok zorlandım. Yani ilişkilerimde, insan ilişkilerimde, özel hayatımda çok zorlandım. Toleransım çok zayıftı, hatalara karşı. İlişkideki anormalliklere, insanların eksikliklerine karşı ya da kendi eksikliklerime karşı bile çok toleransım azdı. Marjlarım çok yetersizdi. Bu beni belki de zor bir insan haline dönüştürmüş olabilir. Sert ve keskin bir insan olmanın tabii faydaları da var. Bir taraftan iş ve çalışma hayatınızda da size korkunç bir disiplin kazandırıyor. Eksileri artılarıyla bugüne geldik. Kırkından sonra yavaş yavaş rahatlamaya başladım artık. Kendi döngüm içerisinde sadece böyle çatışmalardan biraz daha huzura, doğru, biraz daha sakin bir adama doğru iç yolculuğum kırklardan sonra başladı.”
Tıp okudunuz ve eğitimci bir ailede yetiştiniz. Müzik tüm bu disiplinler içerisinde bir kaçışınız olabilir mi?
“Mutlaka o sert, zor dünyanın içerisinde müzik benim için bir kurtuluştu. Özellikle hastaneden, tıp fakültesinden çıkıp Eminönü vapuruyla Kadıköy’e geçip oradan konservatuvara geldiğim, sonra akşam 19.00- 20.00’ye kadar sanat dünyasının içindeki havayı soluduğum ortam benim için ciddi bir kaçış. Alice Harikalar diyarındaki gibi bambaşka bir dünyaya giriyordum. Çok etkiliyordu. Beni bu kadar içine çekmesinin ya da oraya böylesine ekstra bir performans gücü yaratabilmemin en büyük sebebi, o kaçıştır muhtemelen.”
1985’te tıp fakültesine girdiniz. 1988’de konservatuvarın şan bölümünü bitirmenizin ardından Genel Cerrah oldunuz.
“Önce mecburi hizmete gittim. 1993 yılında mezun olup Şanlıurfa Devlet Hastanesi’ne gittim.”
Memleketiniz değil mi?
“Evet, Ankara’da kurada, Kastamonu’yu çekmiştim normalde. Yanımdaki arkadaşım Şanlıurfa’yı çekince ‘Eyvah, ben ne yapacağım orada? Hiç tanımıyorum, bilmiyorum.’ dedi. Ben elimdeki Kastamonu kağıdını ona verdim. Onun Şanlıurfa kağıdını aldım. Büyük bir şanstı orada. Ben de bildiğim, tanıdığım, memleketime gideceğimi düşündüm. Karşılıklı iki tarafın mutlu olduğu bir alışveriş oldu. Yıllar geçtikten sonra şimdi burada söylüyorum.”
Ama güzel olmuş. Sonra ne oldu?
“Evet. Sonra Haydarpaşa Numune Hastanesine geldim. Orada Genel Cerrahi asistanlığına başladım. Ondan sonra hep orada devam ettim.”
25 yıl devam ettiniz ve 2017’de oradan emekli oldunuz değil mi?
“Evet, yeni emekli oldum.”
“Türklerin yaşamadığı, olmadığı, gitmediği çok az ülke kalmıştır”
Hekimlik ağır bir meslek tabii. Hekimliğin sizin için anlamı nedir ve emekli olsanız bile hekimlik bırakılabilecek bir meslek midir?
“Tabii, çok ağır. Cerrahi tabii ki bırakılabilir. Cerrahsanız, bu bir el disiplini gerektiren, daha doğrusu bir multi disipliner bir çalışma ortamı olduğu için, artık emekli olduğunuzu idrak ettiğiniz dakikadan itibaren sistemden kopuyorsunuz. Ama hekim olarak o bilgilerinizle, tecrübelerinizle ve ilişkilerinizle etrafınızdaki arkadaşlarınızın zor zamanlarında onlara yardım etmeye devam ediyorsunuz. Bende de böyle oldu zaten. 2 yıl da Sağlık Bakanlığı danışmanlığı yaptım. Şu anda, ‘Artık yeter.’ deyip, hayatımı tamamen müzikle dolduruyorum.”
Cerrah olduğunuz dönemde ameliyat sırasında şarkı söyler miydiniz? Müzikle ameliyat motivasyonu diye bir şey var mı?
“Yok. Ameliyathanede radyolar açık. Sürekli müzik dinlenir tabii ki. Yani haber kanalları değil müzik kanalları açılır ki, konsantrasyonu daha yumuşatsın ortamı daha sakinleştirsin diye. Ameliyathanenin sorumlu hemşiresi vardır. Kanallar onların kontrolünde olduğu için, ne çalınırsa, hangi kanal açıksa dinlemek durumundasınız, kimsenin zevkine müdahale etmemek adına. Ama çok keyifli olurdu. O yoğun çalışma ortamında benim aklıma müzik gelmezdi işin doğrusu. Çünkü çok stresli ve büyük sorumluluk gerektiren bir ortamdı ameliyathane ortamları.”
Ulusal ve uluslararası turne programlarıyla geziyorsunuz. ’30’dan fazla ülke gezdim.’ dediniz. Oralara giderken neler gözlemlediniz?
“Ağırlıklı olarak o ülkelerde Türkçe müzik dinleyen dostlarımızla Türklerle bir araya geliyoruz. Dünyanın dört bir yanında onlarla buluşuyorum. Türklerin yaşamadığı, olmadığı, gitmediği çok az ülke kalmıştır. Bu açıdan dünyanın her yerindeki dostlarımızla buluşuyorum. Bunun ayrı bir yeri var ve orada şarkılarımızı söylediğimizde, ülke sınırları içerisindeki sahne performansından çok daha duygulu, özlem dolu bir atmosferle karşılaşıyorum. Doğal olarak bu beni çok mutlu ediyor. Yani şarkılarımızı bir mücevher, hazine olarak düşünürseniz, bunu dünyanın dört bir yanına onun özlemiyle yanıp tutuşan dostlarımıza ulaştırıyor gibi hissediyorum.”
Sosyal medyanızda değişik ülke ve şehirlerde sahneden çektiğiniz binlerce kişiyle olan videolarınızı gördüm evet.
“Evet, sahneden görüntüler var. Yüzlerce, binlerce kişiyle buluşuyoruz. Bu beni ayrıca mutlu ediyor tabii. Çünkü buradaki ana hedefim insanları mutlu etmek. Oraya konseri izlemeye geldiklerinde, yaşadıkları en özel gecelerden birisi olmasını sağlamaya çalışıyorum. Yurt dışına gittiğimde çok zorlanmıyorum, zaten büyük bir özlem ve hasretle geldikleri için. Dolayısıyla kendiliğinden güzel bir anıya dönüşüyor.”
“Türkiye Müzik Federasyonunu oluşturmaya çalışıyorum”
9 Mart’ta Musiki Eserleri Sahipleri Grubu Meslek Birliği (MSG) başkanlığı görevine geldiniz ve devam ediyorsunuz. Göreve geldiğiniz an itibarıyla meslek birliği çerçevesinde müzik eserleri sahipleri için lisans yenileme, telifler ve benzeri başlıklar başta olmak üzere ne gibi yenilikler yaptınız?
“MSG’nin, eser sahipleri, meslek birlikleri ya da müzik meslek birliklerinin ana görevi, telifin doğduğu ve bu konuda emekçilerin haklarının ortaya çıktığı yerde, maddi haklarını takip etmek, onlara hak ettikleri değerleri kazandırmak. Birincil görevimiz hak ettikleri kazançları arttırmaya çalışmak. Avrupa ülkelerinde, gelişmiş diğer birçok ülkede 150 yıla dayanan geçmişlere sahip, meslek birlikleri ve telif hakları meselesi. Türkiye’de henüz 30 yıllık bir geçmişi var bu konunun. Dolayısıyla toplum bilinci ya da telif hakları ile ilgili meselenin kul hakkı olduğu bilinci tam oturmamış durumda. Neredeyse Türkiye’de bir milyonu aşkın işletme var müziği kullanan. Restoran, kafe, sinema, berber, kuaför, alışveriş merkezi gibi aklımıza gelen birçok yer var. Konser alanlarını, salonları, canlı müzik mekanlarını ayrı tutuyor, geçiyorum. Aslında müzik kullanan binlerce mekan var. Topluma açık bu mekanlarda müziği kullanarak bir değer yarattıklarını ve orada da bir telif hakkı doğduğunu anlatabilmek ve bu hakkın peşinde onları da çok yormadan, tabii ki üzmeden, yani kazançlarını çok fazla etkilemeden ama o kul hakkını da vermeleri gerektiği bilincini oluşturmak birincil görevimiz. Buradan toplanan değerleri de doğru şekilde dağıtabilmek; meslek birliğinin asıl görevi bu.
Ama bunun yanında Türkiye’de müzisyenler ve müzik emekçileri de seslerini duyurabilecekleri doğru düzgün bir sivil toplum kuruluşuna sahip değil. Dolayısıyla ikincil görevimiz başlıyor burada; onların seslerini duyurabilmek. Mesela pandemi döneminde çok zor günler geçirdi insanlarımız ve müzik emekçilerimiz. Birçok sektörde olduğu gibi en çok vuran sektör turizm sektörü, seyahat vesaire. Sonra eğlence sektörü çok ciddi etkilendi bu işlerden. Dolayısıyla oralarda bizim değerimiz ve kıymetimiz çok daha iyi anlaşıldı. Daha doğrusu bir sivil toplum kuruluşunun olmadığı ya da olması gerektiğine yönelik farkındalık daha da arttı. Aslında sorumluluğumuz olmamasına rağmen bu konudaki eksikliği ve boşluğu doldurmak adına da birtakım görevler üstlenmemiz gerektiğini fark ettik. Bu amaçla ben şimdi çalışmaların içerisinde bütün meslek birliklerini birleştirip, büyük Türkiye Müzik Federasyonunu oluşturmaya çalışıyorum ekip arkadaşlarımla. Bana yardımcı olan diğer meslek birlikleri başkanlarıyla birlikte yapıyoruz. Hem telif bilincinin oluşturulması için çok daha güçlü bir ses oluşturmak hem de zor zamanlarımızda muhataplarımızla daha güçlü şekilde diyaloğa girebilmek adına bunun gerekli olduğunu düşünüyorum.”
Peki bu, kendi dijital platformlarını kurup orada, “Eser üretiyorum. Eser sahibiyim.” diyen müzisyenlerin de meslek birliği çerçevesinde kazançları, telif hakları, lisansları vb. gibi durumları olacak mı? Yoksa geçmişten bugüne devam eden, sanatçıları, üreten, iyi ve kalıcı müzik yapan isimleri mi kapsayacak?
“Eser sahipliği kavramı; özellikle dijital devrim sonrasında, mecralarda ürettiğiniz eserlerin dinleyicisine, izleyicisine daha rahat ulaşmasına vesile olması açısından, kamera önünde 10, 20, 100 kişi, neyse görünen, bilinen popüler sanatçıların ötesinde, gerçekte o eserlerin sahibinin kim olduğuyla ilgili. Bu, eser sahiplerinin başka bir aracıya ya da popüler isimlere ihtiyaç duymadan, yorumcu kimlikleriyle de çok güçlü ve ciddi yorumcu olmalarına gerek kalmadan, eserlerine güvenerek bu platformlarda seslendirmeye çalışmaları adına çok farklı bir çeşitlilik kazandırdı. Bu dijital devrim. Dolayısıyla bu konuda istediğiniz eleştiriyi yapabilirsiniz, yorum gücüyle ilgili vesaire. Ama artık eser gücü biraz ön plana çıktı gibi geliyor bana.
Eser sahipleri Spotify, Fizy, Muud gibi dijital platformlarla ya da Tik-Tok, Twitch, Instagram ve Twitter gibi mecralarla aracıya, bir yapımcıya ya da çok ünlü bir yorumcuya ihtiyaç duymadan dinleyicisine ulaşabildi. Böyle de sanki çok fazlaymış izlenimi yarattı ama ben bunun yine faydalı olduğunu düşünüyorum. Eser, ürün sayısı ve platformlar çoğaldı. Aklınıza ‘Kalite acaba düştü mü?’ diye bir şey geliyor, oraya takılıyorsunuz zannedersem. Ama ben bunların içinde mutlaka kitleleri harekete geçirecek özel eserlerin kendilerini hemen ön plana çıkarabileceklerini görüyorum. Bu çeşitliliğin de faydalı olduğunu düşünüyorum.”
“İnsan ilişkilerini hassasiyetle kimseyi kırmadan, incitmeden sürdürmek gerek”
Sizi yaşamda en canlı tutan nedir, müzik, çocuklarınız ya da başka bir şey?
“Çocuklarımı bir kenara bırakacak olursak, müzik bana başka bir şey veriyor. Yani bunu hissediyorum zaten. Yeni bir şarkı yapmak, onu seslendirmek, yeni şarkı bulmak, sahnede olmak, o şarkılarınızın insanlar tarafından paylaşıldığını ve insanların hayatlarında nasıl farklı bir değer kazandığını ve kazandırdığını görmek, bunlar bana büyük güç veriyor. Bundan sonraki yaşamımda da bu birikimi aktarabilmek, tecrübelerimle bir fark yaratabilmek istiyorum. Sektöre ya da ülkeme faydalı olabilmek adına bu kurumları birleştirmek ya da tek ses olabilmek, yardıma ihtiyacı olan arkadaşlarımızın ‘umut ışığı’ hissedebilecekleri kurumlar haline dönüştürebilmek benim en büyük motivasyonum. Çünkü ülkem bana her şeyi verdi, minnettarım. Bu birikimlerimi de bu yaştan sonra aktarabileceksem ya da doğru yerlere kanalize edebileceksem mutlu bir şekilde hayatımı sonlandırabileceğimi düşünüyorum. Onun ötesinde hayatın en sakin dönemini yaşıyorum artık. Kırklı yaşlardan sonra nispeten biraz daha sakinleşiyor insan ya da ben öyleyim, bilmiyorum. Bu açıdan kendimi çok şanslı hissediyorum ve şükrediyorum her dakika. Mümkün olabilirse aklıselim bir şekilde bir fark yaratmaya ve hoş seda bırakmaya gayret edeceğiz.”
Burada huzurlu bir hayat kurmuşsunuz gördüğüm kadarıyla Ömür hanım, kedileriniz ve çocuklarınızla. Evinizde kurduğunuz stüdyoyu da merak ediyoruz bizi uğurlarken gezdirir misiniz?
“Zevkle çalışma salonlarımı göstereyim. Benim hayatım burada geçiyor, bahçede. Çok huzurlu bir ortamımız var, müzik üretebilmek için. Çocuklar büyüdü artık, hepsi kocaman insanlar oldu. Biz burada Ömür’le beraberiz, kedilerimizle. 3 köpeğimiz vardı, onlar aramızdan ayrıldı. Şimdi 30 kedi ile beraberiz burada. Ben başka bir köpek almak istemiyorum. Çünkü çok bağlanıyorum. İsmi Oğlum’du. Uzun süre kendime gelemedim onu kaybettiğimde. Başka bir bağ oluyor. Belki bir süre sonra ama şu anda o gücü kendimde tekrar hissedemiyorum. Ama kediler daha farklı. Biraz daha bağımsız oldukları için kurduğunuz duygusal bağ, köpeğinizle kurduğunuz bağdan biraz farklı. Daha konforlu, rahat, güvenli alanlarımız olduğu için onlarla mutlu, mesut yaşıyoruz bahçemizde.”
Sizi okuyacaklara, izleyeceklere ve genç müzisyenlere bir mesajınız var mı?
“Estağfurullah, haddim olamaz ama hayatta emeksiz bir şey olmuyor. Alt yapılarını ilgi duydukları alanla ilgili mutlaka bilgi birikimiyle perçinleyerek ve üzerine tecrübelerini katarak geliştirsinler. Hem farklı olmaya hem de fark yaratmaya gayret etsinler.
Haddim değil ama bir yandan dünyevi meselelerle uğraşırken, maddi mücadelenizi yaparkenki doğal, herkesin ayakta kalma mücadelesi ama insan ilişkilerini de aynı hassasiyetle kimseyi kırmadan, incitmeden sürdürmeliler. Çünkü kırdığınız her kalp, incittiğiniz her insan, karmanızda yer alıyor. Ben karmaya çok inanıyorum. Bir şekilde hayatınızın başka bir döneminde size bir ceza olarak, karşınıza bir zorluk olarak çıkıyor. Mümkün olduğu kadar az inciterek yollarına devam etsinler.”