Litvanya’nın başkentindeki NATO zirvesinin hemen öncesinde (9 Temmuz), Cumhurbaşkanı Erdoğan, Amerikan başkanı Biden ile bir telefon görüşmesi yaptı ve ondan, Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda destek talep etti. Ayrıca F-16 temini hususunda vereceğini umduğu desteğinden dolayı da başkana teşekkürlerini bildirdi.
Zirveden kısa süre evvel (6 Temmuz), Türkiye, İsveç, Finlandiya ve NATO arasındaki Daimî Ortak Mekanizma, beşinci toplantısını yapmıştı. Toplantının ardından, dışişleri bakanı Hakan Fidan’ın, “İsveç’in Üçlü Muhtıradaki taahhütlerini yerine getirip getirmediğini incelemek gereklidir” diyerek, kafasındaki bazı kuşkuları ortaya koyduğu görüldü. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, 10 Temmuz günü, İsveç’in NATO üyeliğinin önündeki rezervlerin kaldırılması için, “Türkiye’nin AB üyeliğinin önünün açılması” şartını ileri sürdü. Dolayısıyla Erdoğan, Vilnius’a gidiş yolunda, İsveç’in NATO üyeliği konusunu, bu şartla kabul edebileceklerini ifade etti. Bu durumda Alman hükümeti ise hemen, bu iki önemli konunun birbiriyle alakalı olmadığını vurgulayan bir açıklama yaptı. Bu açık ve erken uyarı, tabii ki Türkiye’nin beklemediği bir çıkış değildi.
Hatırlatmak gerekirse, 28 Haziran 2022’de Türkiye; Finlandiya ve İsveç’le, bu iki devletin NATO’ya üyelik süreçlerine ilişkin 10 maddelik bir Mutabakat Muhtırası (Zaptı) imzalamıştı. Ankara, bu muhtıraya göre, Finlandiya’dan 6’sı PKK’lı ve 4’ü FETÖ’cü olmak üzere toplamda 12 kişinin; İsveç’ten ise 26’sı PKK’lı olmak üzere, FETÖ, DHKP-C ve TİKKO örgüt mensuplarından toplam 33 kişinin iadesini istemiş ama bunların hiçbirini henüz alamamıştı.
Ardından, İsveç’teki Stockholm Camisi’nin önünde bir ‘Kur’an yakma hadisesi’ yaşandı. Tüm İslam dünyası İsveç’e tepki gösterirken, Erdoğan Vilnius’a giderken, “İsveç’in kabulü konusunda iyimserim” cümlesini kurdu.
Türk dış politikasının ibresi bu noktada, devletin ve/veya hükümetin pragmatik ölçeğiyle, sanki yeniden Batıya doğru dönmeye başlamış gibi görünüyordu. Esasen Türkiye’deki seçimlerden sonra daha fazla hissedilmeye başlanan bu temayülün ortaya çıkmasında etkili olduğunu söyleyebileceğimiz temel unsurlar şöyle belirtilebilir:
- Türkiye’nin dış ticaretinde AB ülkelerinin toplamda %35’i aşan payının olması,
- Körfez ülkelerinden beklenen kaynakların Türkiye’ye yeterince gelmemesi,
- Wagner’in darbe teşebbüsüyle, Rus devletinin içsel yapısında bir takım zaafların olduğunun anlaşılması,
- Rusya’nın, Karadeniz Tahıl Anlaşması’nı feshetmesi,
- Suriye’deki sıkışmışlık görüntüsünün bir türlü aşılamaması ve ilişkilerde normalleşmenin önündeki sorunların henüz çözümlenememesi,
- İran’ın Şanghay İşbirliği Örgütü’ne tam üye olması ve uluslararası itibarının artması,
- ABD’den F-16’ların geleceğine ilişkin olumlu yönde kuvvetli sinyallerin alınmaya başlanması vs.
Nitekim ABD ulusal güvenlik danışmanı Jake Sullivan da (11 Temmuz), “Başkan, Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemekle birlikte, Kongre ile istişare ederek, Türkiye’ye F-16 satışını da ilerletmek istiyor” demiştir. Bu durumda, konuyla ilgili somut bir gelişme olabilmesi için, öncelikle Kongre’nin onayı gerekiyordu. Yani konu, Kongre’ye havale edilmişti.
Gelelim NATO zirvesine… NATO’nun Vilnius Zirvesi’nde (11-12 Temmuz 2023), 2022-Madrid Konsepti’nin sacayaklarını oluşturacak olan ayrıntılı bölgesel savunma planları için nihai karar verilecekti. Zirvede, 3 bölgesel savunma planı oylanacaktı. Bunlar:
- Yüksek Kuzey ve Atlantik Planı: Atlantik Okyanusu üzerinden İzlanda, İngiltere ve Norveç’e kadar uzanan bu bölgenin savunma planı, ABD Norfolk’taki Müşterek Kuvvet Komutanlığı’nın yönetimi altında olacaktı,
- Orta Bölge Planı: Baltık’tan Alplere kadar uzanan bu bölge (yani Almanya, Polonya, Orta ve Doğu Avrupa ile Baltık ülkeleri dâhil olmak üzere Alplerin kuzeyindeki Avrupa), Hollanda’daki Brunssum’dan kumanda edilecekti,
- Güneydoğu Bölgesel Planı: Akdeniz, Balkanlar ve Karadeniz’i kapsayan bu bölgeye ilişkin plan ise, NATO adına Napoli’den komuta edilecekti.
NATO’nun bilhassa bu üçüncü bölge kapsamında Karadeniz’de yoğunlaşma isteği, Türkiye’yi oldukça rahatsız etmekteydi. Zira bu plan çerçevesinde, Türkiye’nin “Mavi Vatan Stratejisi” neredeyse hiç dikkate alınmıyordu. Şimdi Türkiye, buna rağmen, sözü edilen planları yine de kabul edecek ve bunlara karşı veto hakkını kullanmayacak mıydı? Hatırlanırsa 2019’da da NATO çerçevesinde yine Rusya’ya karşı bir “Baltık-Polonya Planı” geliştirilmesi üzerine müzakereler olmuştu. Türkiye, Rusya ile ilişkilerini bozmamak adına tam 7 ay bu plana karşı veto hakkını kullanarak direnmişti. Ankara, vetosunu kaldırmak içinse, PYD-YPG’nin NATO tarafından “terör örgütü” olarak tanınması şartını koşmuştu. Sonrasında ise ABD, ilgili örgütlere her türlü yardımı yapmaya devam etmekle birlikte, Türkiye’yi bir şekilde ikna etmeyi başardı ve böylece Ankara veto engelini kaldırdı. Sonuçta Vilnius’ta da benzeri bir gelişmenin vukuu bulduğundan bahsedebiliriz. Yani Türkiye, NATO’nun bu bölgesel planlarına karşı vetosunu uygulamaktan vazgeçti. Dolayısıyla 11 Temmuz 2023 tarihi itibarıyla NATO’nun, gerekirse Rusya ile derhal savaşa girebilmesinin önünü açan bölgesel planları kabul edilmiş oldu.
Bu planlar üye ülkelerin kara, deniz, hava, uzay, siber kuvvetlerini ve lojistik kabiliyetlerini nasıl geliştireceklerine ilişkin yol haritalarını belirleyecekti. Müttefikler bu planlar sayesinde, artık hangi kuvveti nerede ve nasıl konuşlandıracaklarını ve ne tür kuvvet ve yeteneklere ihtiyaç duyacaklarını tam anlamıyla bilip hesaplayabileceklerdi. Stratejik planlara göre, NATO’nun bu bölgeler için tahsis edilecek olan 300.000 askeri, prensip olarak en fazla 30 gün içinde doğu kanadına (Rusya’ya doğru) intikal ettirilebilecekti. Planlar bunun içindi.
Ama NATO üyesi Türkiye’nin, Rusya’yı diğer müttefikler gibi hayatî veya varoluşsal bir tehdit olarak tanımlamaması, hâlâ önemli bir sorundu. Örneğin, The Wall Street Journal’ın bir haberine göre (2 Temmuz), ABD’nin yaptırım listesinde bulunan bazı Rus şileplerinin, Türk limanlarına rahatlıkla girip çıkabildikleri tespit edilmişti. Bu da ABD için bir rahatsızlık sebebiydi.
Vilnius’ta ayrıca, müttefiklerin savunma harcamalarının artırılması konusu da, NATO’nun “Savunma Üretimi Eylem Planı” çerçevesinde ele alındı. Buna göre, üye ülkelerin, “GSMH’larının en az yüzde 2’sini savunma harcamalarına ayırmaları ilkesi” geçerli kılınacaktı. O sırada Almanya bile bu oranı daha halen %1,57 seviyesine yükseltmeye çalışıyordu. Dolayısıyla Alman hükümeti artık savunmaya önem vermenin gerekliliğini iyice kavramıştı. Nitekim Şansölye Olaf Scholz, “Topraklarımıza yönelik bir tehdide karşı, kendimizi silahlandırmalıyız” şeklindeki düşüncesini, açıkça ifade etmekteydi. Alman savunma bakanı Boris Pistorius da, buna paralel şekilde, “Almanya kilit rol oynamalı… Batıdan doğuya giden her şey Almanya’dan geçmeli” yönündeki fikrini ortaya koymuştu.
Öte yandan, Vilnius’ta Türkiye, İsveç ve NATO arasında imzalanan 6 maddelik bir anlaşmayla (niyet beyanıyla) İsveç’in ittifaka üyelik sürecine yönelik olumlu bir adım atıldı. Türkiye’nin burada gösterdiği tavır, hoş bir sürpriz mi, yoksa tehlikeli bir taviz miydi? Avrasyacı yaklaşıma sahip kimseler için, hiç şüphesiz, bu taviz çok tehlikeli olabilirdi; nitekim şair Hüseyin Haydar’ın bir şiirinde dediği gibi, “kılıcını indirenin, boynu gidebilirdi”. Dolayısıyla bu zirve, Türk Avrasyacılık düşüncesi açısından, bir “kara gün” olarak değerlendirilmiştir.
Nitekim NATO platformunda akdedilen bu 6 maddelik anlaşmayla, şunlar teyit ve tespit edilmiştir:
- İsveç’in, anayasasını, 2022 muhtırasında öngörülen şekilde tadil ettiği belirlendi;
- İsveç’in, ilgili yasalarını da (1 Haziran’da yürürlüğe giren, yeni terörle mücadele yasası gibi) muhtırayla uyumlu hale getirdiği tespit edildi. Ancak İsveç bu mutabakatı PKK konusunda Türkiye’ye teslimiyet olarak göstermek istemedi, daha ziyade “PKK’ya yönelik bir çeşit takip anlaşması” olarak yansıtmak arzusunda oldu;
- İsveç’in, PKK terörüne karşı mücadelede Türkiye ile fiilen işbirliği yapmaya başladığı tespit edildi;
- İsveç’in, Türkiye’ye silah ihracatını yeniden başlattığı vurgulandı;
- İsveç’in, “terör örgütleri” olan PYD-YPG ve FETÖ’ye destek vermeyeceği peşinen ve bir kez daha taahhüt edildi;
- İsveç’in, AB ve Türkiye arasındaki Gümrük Birliği Antlaşması’nın modernize edilmesine, vize serbestisine ve Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinin yeniden canlandırılmasına destek vereceği açıklandı.
Şunu hemen açıklıkla belirtmek gerekir ki, Türk hükümeti NATO genel sekreterinin de imzasını taşıyan bu anlaşmada, PYD-YPG’nin ve FETÖ’nün birer “terör örgütü” olarak terennüm edilmesini başlı başına bir “başarı” olarak değerlendirmiştir; dolayısıyla bu ibare ilk kez bir NATO belgesine girmiş oldu. Hemen ardından ise, İsveç’in NATO’ya katılım protokolünün, onay için TBMM’ye sevk edilmesi kararlaştırıldı. Ancak bu sevkin hangi tarihte yapılacağına bizzat cumhurbaşkanı karar verecekti. 2024’te Washington D.C.’de düzenlenecek olan NATO zirvesine kadar bu sürecin olumlu yönde tamamlanması isteniyor ve bekleniyordu.
Ancak atılan bu son adımların, Türkiye’deki bazı siyasal çevrelerde ciddi yankıları oldu. Örneğin, MHP genel başkanı Devlet Bahçeli, “Ha Kandil, ha Stockholm” diyerek şüphelerini net bir şekilde dile getirdi. Dolayısıyla bu aşamada, yeni bir “1 Mart Tezkere Krizinin yaşanıp yaşanmayacağı” merak konusu oldu. Hatırlanırsa, o örnekte, ABD ile yapılan mutabakat muhtırası TBMM tarafından reddedilmişti. Şimdi aynısı İsveç’in NATO üyeliği mevzuunda da yaşanabilir miydi? Gerçi Finlandiya’nın NATO’ya alınması konusu 31 Mart 2023 tarihinde TBMM’de oylanırken, oylamaya katılan tek bir vekil bile “hayır oyu” kullanmamıştı. Şimdi ise artık İsveç için yapılacak oylama büyük merak konusu oldu.
Bu arada, yeni mutabakat çerçevesinde NATO bünyesinde ilk kez bir “Terörle Mücadele Özel Koordinatörlüğü’nün” oluşturulmasına da karar verilmiştir.
Kısacası Vilnius Zirvesi, hem İsveç’e NATO kapısını açtı, hem de bir anlamda Türkiye’nin NATO’ya geri dönüşü için zemin oluşturdu. Türk basını, bu gelişmeyi, “ABD ile yeni bir sürecin başlangıcı” olarak değerlendirdi. Onlara göre, artık ABD ile yeni bir sayfa açılıyordu. Aslı Aydıntaşbaş, 12 Temmuz günü The Washington Post’taki yazısında şöyle diyordu: “Erdoğan bir pragmatist; [dolayısıyla] kapısının önünde istikrarsız bir Rusya, evinde de sıkıntılı bir ekonomi varken, Türkiye’nin Batı ile iyi ilişkilere ihtiyacı olduğunu biliyor”.
ABD bütün bu gelişmeler karşısında, kendisini zirveden yeterince kazançlı çıkmış olarak algıladı. Türk dış politikasında görülen bu Batı yönlü temayülün, sanki Karadeniz ve Suriye için de bazı olumlu sonuçlarının olabileceğini hissetti. Nitekim ABD dışişleri bakanlığı, 13 Temmuz günü, Türkiye’deki denizcilik şirketleriyle temasa geçerek, onlara, ABD büyükelçiliği üzerinden, “Rusya karşıtı yaptırımlara uyma eğitimi verme” teklifinde bulundu. ABD’nin Ankara büyükelçiliği, bu teklif doğrultusunda Türkiye Deniz Ticaret Odasına bazı e-mailler göndermiştir.
Vilnius’ta kabul edilen ve 4 bin 400 sayfadan ibaret olan ‘bölgesel planlar’ çerçevesinde, ittifak, “en büyük ve en acil tehdit kaynağı” olarak tanımladığı “şiddet yanlısı ve revizyonist Rusya’ya karşı”, öncelikle caydırıcı ve savunmacı nitelikte olmak üzere, gerektiğinde derhal savaşa girebilecekti. Üstelik ittifakın bu gibi operasyonlarında, NATO başkomutanına (Avrupa Müttefik Kuvvetleri-SACEUR Yüksek Komutanı) tanınan yetkiler daha da genişletildi. Başkomutan, kritik durumlarda daha hızlı tepki verebilmek adına, NATO örgüt ve organlarına danışmadan bir takım olağanüstü kararlar alabilecekti. NATO’nun doğu kanadının öneminin daha da arttığı bu yeni dönemde, NATO’ya bağlı 300.000 asker, gelecekte Rusya’dan kaynaklanacak her türden saldırıya karşı sürekli teyakkuz durumunda tutulacaktı. Hâlbuki NATO o ana dek sadece, acil mukabele amaçlı olarak hazırda bekletilen 40.000 kişilik bir birliğe sahipti. Ama ittifak sistemi şimdi daha şiddetli ve ağır çatışmalara dayanabilecek güçte, ağır teçhizatlı kuvvetler (uzun menzilli topçu ve hava savunma sistemlerine ve füzelere sahip) oluşturmaya karar verdi. Daha evvel bunun altyapısı zaten oluşturulmuştu. Bu amaçla Baltık ülkeleri ve Polonya’da 4 adet çok uluslu Muharebe Grubu (Temmuz 2017) hazırlanmıştı. Bu gruplardan her biri 1000 askerden oluşuyordu. Bunlar ulusal ordulara destek vermek üzere hareket edeceklerdi. Bu sisteme göre, Almanya Litvanya’nın, Kanada Letonya’nın, İngiltere Estonya’nın ve ABD ise Polonya’nın güvenliğinden sorumlu tutulmuşlardı. Bu amaçla da, İzmir’de bir NATO Kara Kuvvetleri Komutanlığı ihdas edilmişti. Şimdi bu son aşamada ise artık İzmir’dekinin benzeri ikinci bir NATO Kara Kuvvetleri Komutanlığının kurulması düşünülüyordu. Bunun merkezi ise, büyük ihtimalle Almanya-Wiesbaden’da olacaktı. Bilindiği gibi orada ABD’nin zaten büyük bir askerî üssü bulunmaktadır. NATO ayrıca, Rusya’nın, Avrupa’daki sualtı doğalgaz veya telekomünikasyon hatlarına yönelik bazı olası sabotaj eylemleri yapmasından da endişelendiği için, ‘İngiltere-Northwood’daki donanma komutanlığında yeni bir Gözlem Merkezi’nin kurulmasına’ karar verdi.
Kısaca toparlamak gerekirse, NATO-Vilnius Zirvesi’nin 90 maddelik Sonuç Bildirgesi’nde özetle,
- Çoğunlukla Rusya kaynaklı olası tehditlerden bahsedildi,
- Çin de şu ibareyle hedefe konuldu: “Çin Halk Cumhuriyeti’nin emelleri ve zorlayıcı politikaları, çıkarlarımıza, güvenliğimize, değerlerimize meydan okumaktadır”,
- Ayrıca Ukrayna savaşında Çin’in Rusya’ya destek olmaması istendi,
- İran ise 2 temel sebeple hedef tahtasına oturtuldu: nükleer kapasitesini artırması ve Rusya ile sıkı ilişki içinde olması,
- NATO’nun, Uzakdoğu ve Okyanusya ülkeleri (Japonya, Güney Kore, Yeni Zelanda ve Avusturalya) ile arasındaki diyaloğun daha da güçlendirileceği ve derinleştirileceği vurgulandı.
Tüm bu adımlar karşısında, soğukkanlı tutumunu koruyan Kremlin sözcüsü Dmitri Peskov, 11 Temmuz günü yaptığı açıklamada, “İttifak yükümlülüklerinden dolayı veto yetkisini kullanmayan Türkiye’nin durumunu [da] gayet iyi anladıklarını” belirtmiştir. Yani Rusya, bu aşamada, Türkiye’nin tamamen Batı/Atlantik kampına yönelmesini önlemek için çok dikkatli ve hassas davranmaya çalıştı.
Ayrıca Moskova, bazı karşı propaganda girişimlerinde bulunmayı da ihmal etmedi. Örneğin, Suriye ordusunun eski saha komutanlarından Mihnad el-Hac, Sputnik haber kanalında konuşturuldu. El-Hac’ın verdiği bilgilere göre, ABD, Ukrayna’nın seferberlik potansiyelinin son derece kısıtlı olmasını göz önüne alarak, Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) yakın Arap aşiretlerinden, ayda 2.000 dolar maaşla Ukrayna için savaşacak paralı askerler topluyordu. Bunları da Suriye’nin güneyinde bulunan El Tanf’taki Amerikan üssünde eğitime tabi tutmaktaydı. Bilindiği gibi Kiev yönetimi zaten savaşın daha ilk aşamasından itibaren, bünyesinde özel paralı askerlerden oluşan bir “Yabancılar Lejyonu” kurmuştu.
Neticeye baktığımızda, Vilnius Zirvesi’nde Ukrayna NATO’ya alınmadı ama hemen zirvenin ardından, G-7 platformu çerçevesinde, Kiev’e bazı güvenlik garantilerinin verilmesi planlandı. Rusya başkanlık sözcüsü Peskov ise (12 Temmuz), bu planın arzettiği büyük tehlikelere şu sözlerle işaret etti: “Bu gibi güvenlik garantileri verilmesi, uluslararası güvenliğin bölünmezliği ilkesini hiçe saymak anlamına gelecektir”. Nitekim bu girişimin ardından, ABD ve Rusya’nın istihbarat servisi başkanları (CIA başkanı William J. Burns ve Rusya Dış İstihbarat Servisi-SVR başkanı Sergey Narışkin) arasında tekrar doğrudan bir temas trafiği yaşandı. İkili görüşmenin ana teması, tabii ki yine Ukrayna Savaşı idi.
Bu arada Vilnius Zirvesi sonrasında da Ukrayna’nın Rus hedeflerine yönelik sabotaj nitelikli eylemleri aralıksız devam etti. Sivastopol valisi Mikhail Razvozhayev (16 Temmuz), Rus Karadeniz filosunun karargâhına SİHA ve su altı İDA’larıyla eşgüdümlü bir saldırı düzenlenmek istendiğini ama bunun, Rusya savunma sistemleri tarafından son anda engellendiğini duyurdu.