Türkiye, toplantıda, Suriye ile ilgili belirlenen Moskova ilkelerine saygılı olduğunu belirtmekle birlikte, kendisinin birinci önceliğinin terörle mücadele olduğunu bir kez daha vurguladı. Zaten Türkiye’nin Suriye topraklarında asker bulundurmasının başka bir sebebi de yoktu. Dolayısıyla Türkiye’nin bu konudaki hassasiyetlerini gözler önüne serercesine, MİT’in Kuzey Suriye’deki nokta operasyonları, seçim öncesi süreçte de tüm hızıyla devam etti. Nitekim Türkiye, 30 Nisan günü, YPG’li terörist (YPG’ye bağlı sözde askerî istihbarat-SEL sorumlusu) “Mazlum Karamok” kod adlı Sabri Abdullah’ı Suriye’nin kuzeyindeki Ayn el Arab’da (Kobani) etkisiz hale getirdi. Hemen 1 gün sonrasında ise (1 Mayıs) MİT, DEAŞ lideri “Ebu Hüseyin el Kureyşi” kod adlı teröristi Afrin’in kuzeybatısındaki Cinderes bölgesinde etkisiz kıldı.
Bu sırada ABD de, DEAŞ’la mücadele bahanesiyle Suriye’nin kuzeyindeki 11 üssüne tahkimat ve sevkiyatta bulunmaya devam ediyordu. 30 Tır’lık son bir Amerikan konvoyu yine Kuzey Irak üzerinden yola çıkmış ve El Velid sınır kapısından geçerek Haseke’deki üslere ulaşmıştı.
Suriye’nin bölgesel Arap camiasına katılımı istikametinde, 1 Mayıs günü de çok önemliydi. Zira Ürdün, Suudi Arabistan, Mısır, Irak ve Suriye dışişleri bakanları Amman’da biraraya gelerek bir bildiri yayımladılar. Bildiride dikkat çeken en önemli cümle şuydu: «Suriyeli mültecilerin gönüllü ve güvenli bir şekilde ülkelerine dönmeleri, öncelikli bir meseledir».
Toplantının ardından ise, Ürdün dışişleri bakanı Ayman Safadi, «Suriye yakında Arap Birliği’ne dönebilir» açıklamasını yaptı. Anlaşılan Suriye’nin, dış dünya ile ilişkilerini normalleştirme sürecinde her şey yolunda gidiyordu.
Bunun hemen sonrasında ise, Türkiye, Rusya, İran ve Suriye arasında 12 yıllık iç savaş sürecinde bir ilk olmak üzere, “4’lü dışişleri bakanları toplantısının” Moskova’da 10 Mayıs’ta düzenleneceğinin Rus hükümeti tarafından ilan edilmesi, Batının bölgesel endişelerini iyice yükseltti.
Bilhassa İsrail bu yeni bölgesel düzenden memnun olmadığını, hemen 2 Mayıs günü Şam’ı hedef alan bombardımanıyla bir kez daha gösterdi. Ancak buna rağmen, saldırıdan hemen 1 gün sonra (3 Mayıs) İran cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Şam’a gitti. 12 yıldır ilk kez bir İran cumhurbaşkanı Şam’ı resmen ziyaret ediyordu. Dolayısıyla bu ziyaret çok önemliydi. Ziyaret sırasında iki ülke arasında 15 adet işbirliği anlaşması imzalandı.
İsrail ise, bu tehlikeli yakınlaşmalardan kaynaklanan yeni bölgesel düzeni dengeleyebilmek için, karşı atağa geçti ve İran’a şu yöntemle cevap verdi: Azerbaycan ile yoğun ilişkiler kurulması. Yani İsrail-Azerbaycan ilişkileri bu aşamada daha da bir önem kazandı. 2 Mayıs günü, İsrail parlamentosu Knesset’ten 32 milletvekili, İran’ı parçalara bölmek için hükümetin derhal harekete geçmesini salık veren bir bildiri yayımladılar. Bu noktada Azerbaycan’ın jeopolitik önemi ve ağırlığı arttı. Hatırlanırsa, ABD dışişleri bakanı Anthony Blinken da, 26 Mart’ta bir Senato oturumunda şöyle bir ifade kullanmıştı: «Azerbaycan’ın İran’la uzun bir sınırı var ve bu sınır, korunmaya muhtaç». Azerbaycan ise, Ermeni diasporası faktörüne karşı ABD ve İsrail’le bu türden bir yakınlaşmayı kendisi açısından çok faydalı olarak telakki etmekteydi.
İran-Azerbaycan ilişkileri, zaten son zamanlarda oldukça gergin bir safhadan geçiyordu. Nitekim kısa süre önce, Azerbaycan’ın Tahran’daki büyükelçiliğine yönelik fiilî bir saldırı gerçekleşmişti. Bunun üzerine büyükelçilik boşaltılmıştı. Bakü, saldırıdan, doğrudan doğruya Tahran yönetimini sorumlu tuttu. Hemen ardından ise, Şubat ayında (2023), Azerbaycan’daki bir ‘İran casus şebekesi’ ortaya çıkarıldı. Bu şebekeye yönelik bir operasyon tertiplendi ve toplamda 39 kişi tutuklandı.
Bundan sonra ise, İran Azerbaycanı’ndaki ayrılıkçı hareketlerde bir canlanma görüldü. İran’daki Azeri gruplar, Finlandiya merkezli olarak, İran Azerbaycanı’nın bağımsızlığı ülküsü doğrultusunda «Güney Azerbaycan Millî Devlet Şurası» adlı bir yapı oluşturdular. Bu oluşum, ilk toplantısını 30 Nisan 2023 tarihinde yaptı. Bu arada Mossad’ın «Güney Azerbaycan» yoğunluklu propaganda faaliyetlerinde ise ciddi bir artış söz konusu oldu.
Suriye rejiminin uluslararası düzeyde giderek meşrulaşmasından, Suriye muhalefeti de rahatsızdı. Nitekim Katar hariç tüm Arap Birliği ülkelerinin meclis başkanları Şam’da toplanmışlardı. Ardından dışişleri bakanlarının önce Amman’daki buluşması gerçekleşmiş, sonrasında ise Riyad’da buluşmayı planlamışlardı. Bu girişimlere karşı bir tek Katar’ın, çekincesini koruduğu görüldü. Ancak o da ikna olmak üzereydi. Bunun üzerine panikleyen Suriyeli muhalifler hemen kendi aralarında bir heyet oluşturarak, bunu Mayıs ayı başında Washington DC’ye gönderdiler. Heyette Bedir Camus, Salim Muslat, Enes el-Abde, Fedua el-Aceyli, İbrahim Birro gibi önde gelen muhalif liderler yer alıyordu. Ancak bu heyet, ABD’deki temaslarında aradığını bulamadı. Örneğin ABD’nin Yakın Doğu işlerinden sorumlu dışişleri bakan yardımcısı Barbara Leaf, son anda heyetle yapacağı görüşmeyi iptal etti. Heyet, Kongre üyeleriyle de görüşemedi. Dolayısıyla Washington’dan elleri boş döndü. ABD bu tavrıyla esasında Suriyeli muhalif heyete diyordu ki; ‘Suriye’deki tek muhatabımız ve dolayısıyla bizim için tek meşru muhalefet, PYD-YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’dir. Siz de bu çatının altına girin. Aksi takdirde tarihin tozlu raflarında yerinizi alırsınız’.
Muhalifler ise, Amerika’dan geri döndükten sonra, orada muhatap oldukları olumsuz tavır karşısında ‘ABD’yi, devrime ihanet etmekle’ suçladılar.
Suriyeli muhaliflere ABD’de bu mesaj verilirken, YPG’li Mazlum Abdi ise, yine ABD’lilerin teşvik ve yönlendirmesiyle gizlice BAE’ye gitti. Bu ziyaretle ilgili kesinlikle resmî bir açıklama yapılmadı. Ancak yerel kaynaklar, Abdi’nin bu sırada BAE’nin Millî Güvenlik Kurulu başkanı Tahnun bin Zayed el Nahyan’la buluştuğunu teyit ettiler. Abdi, bu görüşme sırasında, Suriye yönetimi üzerinde oldukça büyük etkisi olan BAE’den ‘özerklik taleplerinin onaylanmasına’ yardım etmesini istedi. Abdi’ye göre, bu taleplerinin kabul edilmesi durumda, Suriye bölünmemiş ve Irak tipi bir formülle bütünlüğünü korumuş olacaktı.
Ancak bütün bu çabalar kâr etmedi ve 7 Mayıs itibarıyla Kahire’de yapılan Arap Birliği Dışişleri Bakanları toplantısında, Suriye yönetimi, 12 yıl aradan sonra tekrar Arap Birliği üyeliği koltuğuna geri döndü. Daha doğrusu üyeliği üzerine konulan rezervler ortadan kaldırılarak, üyeliği askıdan indirildi. Katar başta olmak üzere birkaç üye ülke oylamaya katılmadıkları halde, bu karar için yeterli çoğunluk yine de sağlandı. Ardından Suriye dışişleri bakanı Faysal Mikdat, zirve öncesi 8-14 Mayıs tarihleri arasında Riyad’da yapılacak olan toplantılara davet edildi.
ABD ise bu gelişmelerden ötürü büyük bir hayal kırıklığına uğradı. ABD dışişleri bakanlığı sözcü yardımcısı Vedant Patel, «Suriye’nin Arap Birliği’ne geri dönmeyi hak ettiğini düşünmüyorum» sözleriyle ülkesinin duygularını ifade etti. Başkan Biden de (9 Mayıs günü), Suriye hükümetinin eylemlerinin ulusal güvenliğe tehdit oluşturmaya devam ettiğini belirterek, bu konuda «Ulusal Acil Durum»un uzatılması kararını verdi ve böylelikle “Sezar Yaptırımları’nın” kapsamını daha da genişletti.
Bu arada Arap Birliği de, Suriye’nin örgüte üyeliğini koşulsuz kabul etmiş değildir. Dolayısıyla Suriye’nin, Arap Birliği’ne tekrar üyeliği sürecinde öncelikle şu koşulları yerine getirmesi beklenmektedir:
1) Mültecilerin cezalandırılmaksızın ülkelerine geri dönmelerinin sağlanması,
2) Suriye’de seçimlere imkân sağlayacak güvenilir bir siyasî sürecin oluşturulması,
3) Suriye’den komşu ülkelere uyuşturucu kaçakçılığını sona erdirecek adımların atılması,
4) BM-Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı uyarınca, çatışmaya kademeli olarak siyasî bir çözüm getirilmesi amacıyla, Arap hükümetleri ile Şam yönetimi arasındaki diyaloğun sürdürülmesi,
5) Gelişmeleri takip etmek üzere, Suudi Arabistan ile Suriye’nin komşuları (Lübnan, Ürdün, Irak) arasında bir iletişim komitesinin kurulması. Nitekim bu komite, Kahire’de hemen kurulmuştur.
Bu aşama da geçildikten sonra, sırada artık, Türkiye-Suriye ilişkilerini normalleştirecek 10 Mayıs-Moskova buluşması vardı. Dolayısıyla uluslararası gündem bu buluşmaya odaklandı. Suriye hükümeti toplantıdan önce önemli bir tavizde bulunarak, Türkiye’den Suriye’deki askerlerini geri çekmesi yönünde herhangi bir ön-talep ileri sürmedi. Suriye sadece şunu istedi: ‘Terörün Suriye’den temizlenmesiyle birlikte, Türk askerlerinin geri çekileceğine dair bir güvence verilmesi’.
Neticede Moskova’da 10 Mayıs günü, Türk-Surî normalleşmesinin ikinci aşamasını başlatan 4’lü dışişleri bakanları toplantısı gerçekleşti. Türkiye bu toplantıda, bilhassa Suriye’nin kuzeyinde Amerikan destekli olarak kurulmak istenen ‘öz yönetim bölgesi projesine karşı olduğunu’ dünya kamuoyuna bir kez daha duyurdu. Ancak Amerikalılar oralı olmadılar. Hatta bu toplantının yapıldığı gün (10 Mayıs), ABD dışişleri bakanlığının resmî temsilcisi Nicholas Granger, «Rojava Özerk Yönetimi Yürütme Konseyi»ni ziyaret etti. Bu sırada özel temsilci, ABD ve SDG tarafından kontrol edilen Tabka Barajı’nı da gezdi. Ziyaret sırasında öz yönetimle, o sırada Lübnan’dan dönmekte olan Suriyelilerin burada karşılanması hususunda ne tür hazırlıkların yapılacağı meselesi ele alındı.
Öte yandan ABD, Suriye denklemini kendi çıkarlarına göre yeniden düzene koymaya çalışıyordu. Nitekim 10 Mayıs-Moskova toplantısında Lavrov, ABD’nin o sırada Rakka çevresinde, yerel Arap aşiretlerini, eski DEAŞ militanlarını ve diğer grupları biraraya getirerek, yeni bir muhalif teşkilat kurmakta olduğu bilgisini verdi. Bu yeni yapılanmanın ismi, «Suriye Özgür Ordusu» (SÖO) idi. Bunu 2011-12’de Türkiye’deki kamplarda kurulan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile karıştırmamak gerekir. Ama bu iki yapı arasındaki isim benzerliği de dikkat çekicidir.
ABD, bu yapının temelini bir süre önce, Suriye’nin Ürdün sınırında bulunan El Tanf’taki Amerikan üssünde atmıştı. Bahsi geçen yapının orijinal ismi, Maghaweir al-Thowra (Devrim Komandoları Ordusu) idi. Ancak bu yapının önce kumandanı değiştirildi. İlk komutanı Muhanad al-Tala, 2022’de görevden alındı ve yerine Muhammed Farid al-Qassem isimli Suriyeli eski bir yüzbaşı getirildi. Sonra da yapının ismi “Suriye Özgür Ordusu” (SÖO) olarak değiştirildi. Hatta bu aşamada örgütü parlatmak isteyen ABD, DEAŞ lideri Ebu el Hasan el Haşimi’yi, SÖO’ya öldürttü. Amerikan yönetimi SÖO’ya ulusal bütçesinden finansal kaynak da tahsis etti.
ABD bundan birkaç ay sonra ise, Kuzey Suriye’de “Suriye Ulusal İttifakı”nı (SUİ) oluşturdu. Bu sayede SÖO ve SDG arasındaki bütünleşme sağlanmaya çalışıldı. ABD zaten, en başından beri bu yapının SDG ile bütünleşmesini istiyordu. Nitekim SUİ’nin genel sekreteri olarak atanan Aram el Domani, sıklıkla Kamışlı’ya giderek SDG liderleriyle görüşmeler yapmaktadır. Örneğin son olarak Rojava Stratejik Araştırmalar Merkezi’ni ziyaret eden Domani, orada PYD-YPG’nin elebaşlarından olan Emine Ömer’le biraraya geldi. Domani, bu merkezde yaptığı konuşmada, [PYD kontrolünde olan] «Suriye Demokratik Meclisi’yle ortak hedeflerimiz bulunmaktadır» demiştir.
Diğer taraftan da ABD’li yetkililer, bu aşamada esasen SDG (PYD-YPG) çatısı altında ve Haseke bölgesinde etkili olacak yeni bir ‘Arap milis gücü’ kurmak için, Şammar aşireti üyeleriyle Rumeylan’daki Amerikan üssünde tekrardan biraraya geldiler. Toplantının gündemi, Suriye’nin Türkiye sınırı boylarında yaşayan Arap asıllı silahlı güçlerin, «Cezire Askerî Konseyi» bünyesi altında teşkilatlandırılması ve bölgede konuşlandırılmasıydı.
“Senadid Güçleri” denilen bir yapı, zaten Haseke’ye bağlı Yarubiyye beldesinde 2021’de oluşturulmuştu. Şimdi bunun daha da geliştirilmesine çalışılıyordu. Bu arada ABD, PYD’ye de güvence vererek, bölgedeki liderliği ve rolünün devam edeceğini, endişelenmemesi gerektiğini bildirdi ve örgüt içinden yükselecek itirazları böylelikle engellemiş oldu.
ABD, bu bağlamda, Suriye’nin Türkiye sınırına yakın bölgelerindeki Arap aşiretlerini (Şammar Aşireti başkanı Şeyh el Jarba liderliğinde) harekete geçirerek, yeni bir Arap vekil gücü oluşturma sürecini daha da ileri götürmek istedi. Nitekim bu güçlerin başına atanan komutan Bender Hamidi Dehham, Şeyh el Jarba’nın oğludur ve ABD’li komutanlarla sürekli sıkı bir iletişim halinde bulunmaktadır.
Yani bütün bunlardan anlaşıldığı kadarıyla, ABD, bölgede bilhassa İran destekli milislerin son günlerde artan etkinliği ve gücüne karşı bu gibi yöntemlerle ön almaya gayret ediyordu. Ancak Türkiye-Suriye yakınlaşma sürecinin başlamasından hemen sonra, Deyrizor ilinde bulunan Amerikan üslerine, HIMARS’ların (orta menzilli ve güdümlü çok namlulu roket atar sistemleri) yerleştirilmesi, Ankara’nın endişelerini ciddi derecede artırdı. Türkiye bunu kesinlikle kendisine karşı bir hareket olarak algıladı. Ancak ABD ısrarla, bunların İran yanlısı milislere karşı konuşlandırıldığı propagandasını yapmaya devam etti. Fakat kısa süre sonra, aynı bölgede ABD’nin, PYD’lilere anti-tank füzesi (TOW) eğitimleri verdiğine dair bilgiler ortaya çıkınca, Türkiye’nin endişeleri katlanarak çoğaldı. Çünkü bilindiği üzere, İranlı milislerin elinde tank tipi askerî araçlar yoktu; tanklar sadece Türkiye ve Suriye ordularının elinde bulunuyordu.
ABD ise, Türkiye’nin endişelerini gidermek amacıyla, Suriye’deki bu hassas durumun ve son gelişmelerin, Pentagon sözcüsü Tuğg. Patrick Ryder’ın ifadesiyle, «İran’ın Suriye sahasında meydan okuyucu tarzda artan askerî hareketliliğinden kaynaklandığını» ifade etmeye çalıştı.
Türkiye bu aşamada, artık tamamen seçim sürecine odaklandığı için, Moskova toplantısının ardından, bu hassas ortamda, Suriye ile normalleşme sürecini büyük ölçüde seçimlerin sonrasına tehir etti. Ancak yine de, Moskova toplantısında alınan kararlar gereğince, 11 Mayıs’ta, Türkiye ve Suriye arasındaki yol haritasının belirlenebilmesi için bir «çalışma grubu» oluşturuldu.
Dışişleri bakanı Çavuşoğlu, Türkiye’nin Suriye konusunda aldığı pozisyondan gayet memnundu. Hatta her şey yolunda giderse, bu sürecin sonunda, liderler düzeyinde görüşmeler bile başlatılabilecekti. Türk dışişleri bakanı, Türkiye’nin Suriye ile normalleşme istikametindeki politikasını şöyle betimlemiştir (11 Mayıs): «Türkiye, sert ve yumuşak gücünü yerinde ve dengeli bir şekilde kullanarak, akıllı bir güç [smart power] olmuştur». Esasında Çavuşoğlu, bu tespitiyle kendi bakanlık dönemi boyunca izlenen dış politikanın da genel bir değerlendirmesini yapmış oluyordu.
Bu aşamada Türkiye için birinci gündem maddesi, şüphesiz ki, 14 Mayıs’ta birinci turu yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimleri idi. Türkiye’deki seçimlerin hemen öncesinde, PYD-YPG, 11 Mayıs günü Kamışlı’da bir miting düzenleyerek, YSP (Yeşil Sol Parti) için açıkça oy istedi. Mitingde PYD eş başkanı Asya Abdullah da bir konuşma yaptı. PYD’nin diğer eş başkanı Salih Müslim ise, ikinci tur öncesi (21 Mayıs günü) açıkça Türkiye’deki seçmenlere seslenerek, onlardan Kılıçdaroğlu için oy vermelerini istedi. Müslim, Türkiye’deki seçimleri, «faşizmi iktidardan indirmek için tek çözüm yolu olarak gördüklerini» açıkladı.
MİT ise, seçim öncesi ve sırasında, Suriye ve Irak’taki PKK-YPG terörist hedeflerini yok etmeye tüm gücüyle devam etti.
Hatta Irak ordusu da, eş zamanlı olarak (21 Mayıs itibarıyla) Kuzey Irak’ta PKK’yı çember içine almaya başladı ve Mahmur kampının etrafını tel örgülerle çevirdi. Aynı gün Erbil yönetimi de, Suriye’nin kuzeyindeki PYD bölgesi ile arasındaki Peşhabur-Semelka sınır kapısını kapattı. Kapatma gerekçesi ise, PYD’nin, iki taraf arasında belirlenmiş olan kırmızıçizgileri tek taraflı olarak ihlal etmesiydi.
ABD bu ortamda PYD-YPG ile arasında kurduğu doğal müttefiklik ilişkileri çerçevesinde, onları mümkün olduğunca desteklemeye devam etti. Bu noktada Türkiye ve ABD’nin gündemlerinin birbirine tamamen zıt durumda olduğu bir kez daha net olarak anlaşıldı.
Ama ABD bir yandan da, tam bu aşamada, İdlib’de kontrolü elinde tutan HTŞ’yi (Heyetu Tahriru’ş Şam) parlatmaya ve adeta meşrulaştırmaya çalıştı. Bu noktada ise ABD ve Türkiye’nin birbirlerine oldukça paralel pozisyonda olduklarını söyleyebiliriz.
ABD’nin görüşüne göre, HTŞ, artık El Kaide (ve El Nusra) geçmişinden, giderek uzaklaşmaya başlamıştı. Örgütün lideri Ebu Muhammed el Colani, dinî hoşgörü mesajları vermekteydi ve bu şekilde yeniden markalaşmaya çalışıyordu. Nitekim örgüt, dinî polis teşkilatını feshetmişti. İdlib’de uzun süredir kapalı olan bir kilisede ilk kez ayin bile yapılmıştı. Zaten Colani, 20 Şubat 2020’de Uluslararası Kriz Grubu’nda (ICG) yaptığı bir konuşmasında açıkça şunu söylemişti: «Geçmişte hatalar yaptık; şimdi bunu düzeltmeye çalışıyoruz.» Hatta 1-4 Şubat 2021 tarihlerinde, takım elbise giyerek Amerikan Frontline kanalına çıkmış ve «Avrupa ile ABD’ye herhangi bir tehdit oluşturmuyoruz. Terör listesine alınmamız, adaletsiz ve siyasî bir karardır. İdlib’i yönetmemiz, ABD ile çıkarlarımızı örtüştürüyor» şeklinde konuşmuştu. ABD’nin Suriye eski özel temsilcisi James Jeffrey de, «HTŞ, ABD için değerli bir araçtır» tespitinde bulunmuştur. Zaten HTŞ de artık kendi militanlarını, «vatansever muhalif savaşçılar» olarak nitelemeye başlamıştı. ABD literatürü bu nitelemeyi henüz kabul etmemekle beraber, Washington yönetimi şunun idrakindeydi: ‘HTŞ uzun süredir uluslararası bir tehdit oluşturmuyordu’. Dolayısıyla örgütün durumu yeniden gözden geçirilebilir ve Suriye meselesi için araçsallaştırılabilirdi.
Bu arada seçimin iki turu arasında, Türkiye’deki Suriyelilerin geri gönderilmesi tartışmaları, gündemi oldukça kızıştırdı. Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, iktidara gelmesi halinde, Esad yönetimi ile anlaşarak, Türkiye’deki Suriyeli mültecileri bir an önce ülkelerine geri göndereceği istikametindeki sert yaklaşımı da şüphesiz, mevcut hükümet üzerinde etkili oldu. Çavuşoğlu, 22 Mayıs’ta, bir anlamda Kılıçdaroğlu’nun bu yaklaşımına bir cevap niteliğinde olmak üzere, “Suriyeli sığınmacıların dönmeleri için, Esad’la işbirliği yapacağız. Dönmesi gereken çok sayıda Suriyeli var. Onları güvenli şekilde göndereceğiz. Yol haritası bunu da kapsıyor” açıklamasını yapmıştır.
Buna göre, geri dönüşlerin bir takvime bağlanması ve öncelikle, belirlenecek güvenli bölgelere doğru yapılması gerekiyordu. Anlaşılan Türkiye, Suriyelilerin yurtlarına geri dönmeleri konusunda, yeniden ‘güvenli bölgeler’ tezini savunmaya başladı. CHP lideri ise bu aşamada, geri dönüşlerin «QIZ» (Suriye’nin kuzeyinde kurulacak olan “Qualified Industrial Zones” / “Nitelikli Sanayi Bölgeleri”) modeli üzerinden gerçekleştirileceğini ifade ediyordu.
Türkiye-Suriye ilişkilerindeki normalleşme sürecinin diğer çok önemli bir gündem maddesi ise, bölgedeki PYD-YPG işgalini sona erdirecek bir yol haritasının üzerinde anlaşma sağlanması ihtiyacı olmuştur. Fakat bu hususta atılacak adımlar henüz netleştirilmiş değildir.