Birçok Batılı yazar ve düşünür son dönemlerde kendi liberal dünyaları karşısında bir öteki kampın oluşumunu tanımlamaya çalışıyorlar. Örneğin, Francis Fukuyama, Financial Times’daki son makalesinde (“Putin’in, Liberal Düzene Karşı Savaşı”) Batının, “ABD destekli olarak Avrupa Birliği formatında kurumsallaştığını” söylediği ‘liberalizm kampı’ karşısındaki negatif oluşumu, Rusya ve Çin temelli ‘popülizm, illiberalizm, milliyetçilik eğilimli’ kamp olarak tanımlamıştır. Fransız antropolog-tarihçi Emmanuel Todd da, Le Figaro’ya verdiği uzun söyleşisinde aynı minvalde, Batıya karşı öteki tarafı, “muhafazakâr ve otoriter vizyon” olarak göstermiştir. Ona göre, Batının karşısındaki alternatif vizyon, sosyalizm ve muhafazakârlığın ortak paydasını oluşturan “otoriterizm” olarak belirlenebilir. Her iki düşünür de, direkt olarak bir Türkiye analizi yapmamışlardır. Fakat birçok Batılı stratejist, Türkiye’nin bu kamplaşmadaki yerini açıkça, kendilerinden olmayan ve ‘öteki’ durumundaki otoriter kamp içine göstermiştir. Örneğin, Financial Times’ın baş ekonomisti Martin Wolf, bizzat Türk cumhurbaşkanının adını, bu öteki kampın liderleri içinde zikrederek, kendince Türkiye’nin konumunu netleştirmiştir.

İşte bu kutuplaşma ortamı içinde, Trump döneminin dış işleri bakanı Mike Pompeo, anılarını kaleme aldığı “Asla Taviz Verme” başlıklı kitabında, Türk siyasilerini aşağılayıcı ve Türkiye’nin öteki imajını güçlendirici ifadeler kullanarak gündeme gelmiştir.

Ancak yaratılmaya çalışılan bu ‘bizden olmayan’ imajının ötesinde, Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgesel reel politik, Türkiye’yi Batı stratejileri açısından vazgeçilmez kılarak işlemeye devam ediyor. Nitekim Amerikan Maliye Bakan Yardımcısı Brian Nelson’un Türkiye’ye bugünlerde planlanan geliş amacı, bilhassa İran yaptırımları konusunu Türk tarafıyla görüşmek olacak. Bu görüşme, tam da Türkiye-Suriye yakınlaşması için oluşturulan Moskova merkezli üçlü formata İran’ın da dâhil olmasına yeşil ışık yaktığımız sırada, fakat öte yandan Ukrayna’daki Türk SİHA’larıyla rekabet edilebilsin diye İran’ın 136 adet Shahed İHA’sını Rusya’ya vermesi mevzuu tartışılırken; yine Avrupa Parlamentosu’nda ‘İran Devrim Muhafızları’nı terör listesine ekleyen bir tavsiye kararı alındığı sırada ve Azerbaycan ile İran arasında gerginlikler devam ederken gerçekleşiyor. Dolayısıyla bu ziyaretin zamanlaması oldukça ilginç görünüyor. Üstelik yine ABD güçlerinin Suriye sahasında İranlı gruplara karşı yıpratıcı saldırılar gerçekleştirdiği bir dönemde... Türkiye’nin bu noktada sergileyeceği tutum, şüphesiz Türkiye-Batı ilişkileri açısından çok önemli sonuçlar doğuracaktır.

Eşzamanlı olarak, Türkiye’de bazı kesimlerin yüksek sesle dile getirdiği “NATO’dan çıkma” tartışmaları yaşanırken, Türk Hükümeti, Ak Parti Sözcüsü Ömer Çelik’in ifadesiyle, NATO’dan çıkmayı düşünmediğini net olarak açıkladı. Şüphesiz, teorik de olsa bu, çok önemli bir tartışmadır. Öyle ki, Türkiye’nin NATO’dan olası bir çıkışı, açıkça hem ülkemiz hem de ittifak açısından büyük bir ‘meta-morfoz’ (başkalaşım) anlamına gelecek ve bütün dünya sistemi bundan etkilenecektir.

Diğer taraftan, seçim atmosferine girildiğinin hissedildiği bu günlerde, Muhalefet Bloğu’nun hazırladığı ve 244 sayfadan oluşan Ortak Politikalar Mutabakat Metni (OPMM), Hükümetin duruşuna nazaran, Türkiye’nin Batıyla ilişkilerini önceleyen çok açık bir yaklaşım sergilemiştir. Hatta metindeki bazı maddeler, bizce AB-Komisyonu’nun 2021-Türkiye Raporu’nda yazılanlarla oldukça paraleldir. Muhalefetin Batıyla ilişkiler konusundaki duruşu, kısmen sosyolojik ve kültürel (daha ziyade amaçsal) bir “Batıcılık” yaklaşımını yansıtmaktadır. Buna karşın, iktidarın günümüzde takip ettiği Batı politikasının, daha çok stratejik (araçsal) bir Batıcılık zihniyetini çağrıştırdığı görülmektedir. Yani Türkiye Hükümeti, Batıdan zaman zaman gelen tehditlerin muhatabı olduğunun farkındadır. Örneğin, Cumhurbaşkanı Erdoğan, 8 Haziran 2022’deki bir konuşmasında, Yunanistan’da yeni kurulan Amerikan üslerinin Rusya’ya karşı savunma amaçlı olduğu iddiasını, “yemezler” şeklindeki tepkisel bir söylemle karşılamıştı.

Buna karşın OPMM, Türkiye’nin şu anki dış politik vaziyetini, bir tür ‘değersiz yalnızlık’ olarak niteliyor. Dolayısıyla Türkiye’nin AB ve ABD’den uzaklaşması, muhalefete göre, “yalnızlaşma” olarak değerlendiriliyor. Bu bağlamda OPMM’ye, ortaya koyduğu ‘dış politik vizyon’ itibarıyla baktığımızda, metnin bilhassa 229 ve 230’uncu sayfaları dikkat çekiyor. Orada, “bundan böyle dış politikada iç siyasi hesaplara ve ideolojik yaklaşımlara yer verilmeyecek” deniliyor. Bu durumda iç-dış politika linkage’ı (bağlantıları) mümkün olduğunca zayıflatılmak isteniyor. Onun yerine, dış politikamızın gelecekteki temel belirleyicisi olarak, ‘Yeniden Asya’dan ziyade, ‘Yeniden Avrupa Birliği’ hedefi konulmuş gibi gözüküyor. Batıya yönelik açılımda diğer bir kapımız olan NATO’nun, güvenliğimiz açısından oynayacağı caydırıcı rol de, OPMM’de belirgin şekilde vurgulanmış. Özetle, OPMM’de ifade edilen bu Batıcı vizyon, dünyamızın çok kutupluluğa-çok merkezliliğe giderek daha da yakınlaştığı süreçler devam ederken, ilginç bir şekilde büyük bir netlikte ifade edilmiş durumdadır.

Türkiye’nin son dönemde Batı ile ilişkilerinde karşımıza çıkan bir diğer tartışma konusu ise, NATO’nun genişleme meselesidir. Bu hususta, Kur’an yakma hadisesinden ve teröre verdikleri destekten geri adım atmadığından dolayı (istenen suçluları iade etmediği için) Ankara, İsveç’in NATO üyeliği doğrultusundaki müzakere sürecini, oldukça duygusal tepkilerle dondurmuştur. Öte yandan Batı karşısında dengeli davranmaya çalışan Türkiye, Finlandiya’nın NATO’ya üyelik süreci konusunda ise, oldukça olumlu mesajlar vermeyi tercih etmiştir. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan açıkça “Biz icabında Finlandiya ile ilgili farklı bir mesaj verdiğimiz zaman, İsveç şok olacak” sözlerini kullanmıştır. Üstelik Rusya ile arasında yoğun çam ormanlarını barındıran 1.340 kilometrelik uzun bir sınıra sahip olan Finlandiya, NATO’nun genişleme stratejisinde İsveç’e nazaran, Rusya’yı çevreleme amacı için çok daha işlevsel olduğu halde… Bilindiği üzere, Rusya’nın bölgedeki en önemli askerî üsleri (Murmansk) ve nükleer tesisleri, onun Norveç ile Finlandiya sınırında kalan Kola yarımadasında bulunuyor. İşte Finlandiya bu önemli noktalardaki hareketliliği kontrol ve takipte hiç şüphesiz çok işlevsel olabilecektir. Dolayısıyla, Finlandiya’nın NATO’ya katılması, Rusya’nın Baltık Filosu açısından çok büyük bir tehdit olarak algılanmaktadır. Bu durumda Baltık Denizi’nin bir ‘NATO gölüne’ dönüşme ihtimali güçlenecektir. Finlandiya’nın olası bir NATO üyeliğinin, yine Rusya’nın aleyhine olmak üzere, ABD’nin Arktik Okyanusu politikası açısından da çok önemli hizmetler göreceği anlaşılmaktadır. Türkiye işte bu noktada Finlandiya’nın ittifaka katılım sürecine yönelik, Rusya’ya rağmen, olumlu bir bakış açısı geliştirmektedir.

Diğer taraftan Batı ile son zamanlarda yaşadığımız bir diğer kriz de, ABD büyükelçiliğinin yönlendiriciliğinde 9 ülkenin (Hollanda, İsviçre, İsveç, İngiltere, Almanya, Belçika, Fransa, İtalya ve Kanada), ortak bir deklarasyon yayımlayarak, kuvvetle muhtemel terörist saldırılar ve güvenlik tehlikeleri gerekçesiyle İstanbul’daki baş konsolosluklarını geçici bir süre için kapatmaları olmuştur. Üstelik tam da Türkiye’nin turizm gelirlerinde rekorların yaşandığı bir süreçte, bu ülkeler kendi vatandaşlarına Türkiye’ye seyahat etmemeleri çağrısında bulunmuşlardır. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu başta olmak üzere Türk yetkililer ise, bu duruma çok sert tepki göstererek, bunu seçim sürecinde Batının Türkiye’ye karşı başlattığı “psikolojik savaşın” işaret fişeği olarak yorumlamışlardır.

Batı ile ilişkilerimizin geldiği vaziyeti göstermesi açısından dikkat çekici son örnekler ise, önemli Batılı yayın organlarında çıkan bazı Türkiye karşıtı yazılardan hareketle verilebilir. Nitekim daha önce Foreign Policy dergisindeki “kan banyosu” temalı makaleyi andırırcasına, şimdi de, Foreign Affairs dergisinde, 15 Temmuz darbe teşebbüsü sırasında Türk kamuoyunun yakından tanıdığı Henri Barkey’in “Türkiye’nin Dönüm Noktası: Erdoğan, İktidarda Kalmak İçin Ne Yapacak?” başlıklı bir makalesi yayımlandı. Makalede, Türk seçmenin nezdinde ‘Batıya kafa tutmanın prim yaptığı’ ve ekonomik kriz yaşanan Türkiye’de, içerideki havayı değiştirmek için iktidar tarafından Batıyla ilişkilerde sunî krizlerin çıkarılabileceği beklentisi dile getirildi. Hatta bu krizlerin, bilhassa 3 coğrafî alanda askerî çatışmaya dönüşebilme riskinin olduğu da vurgulandı. Bu alanlar: en tehlikelisi Kıbrıs olmak üzere, Doğu Akdeniz-Ege deniz sahası ve Suriye’nin kuzeyi olarak sıralanmıştır. Barkey, makalesini şu cümleyle sonuca bağlamıştır: "Erdoğan, risk almayı seven biri ama ABD ile hesaplaşmayı seçmesi halinde karşılaşacağı sonuçları özetleyen net bir mesajı görmezden gelmekte zorlanacaktır”.

Sonuç olarak, Batı Türkiye’yi tamamen sistemden çıkaramayacak, fakat havuç ve sopa yöntemlerini kullanıp onu sıkıştırma yoluyla kendi yanına çekme stratejisini izlemeye devam edecektir. Bunun son bir örneği de, Amerikan Kongresi’nden Beyaz Saray’a hitaben yazılan bir mektupta, Türkiye’ye F-16 satışının İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerinin gerçekleşmesi şartına bağlanmasının istenmesi olmuştur. Bu koşullar altında, yukarıda zikrettiğim makalede de belirtildiği gibi, “Türkiye, ABD’nin gözünde, Batı ekseninden uzaklaşmasına asla izin verilmeyecek kadar önemli bir ülke” olarak kalmaya devam edecektir. Saygılarımla…