Türkiye’nin sözde Ermeni Soykırım iddalarına karşı yaptıkları ve yapması gerekenler-2

Türkiye, soykırım iddiaları karşısında önceki yazımızda incelediğimiz yaklaşımlarını sürdürebilmek için, amaçlarına ters düşecek davranışlardan mümkün olduğunca kaçınmalıdır. Bu konuyla ilgili yanlışlar yapmaktan da uzak durmalıdır. Örneğin, Türk Hükümeti, Ermeni soykırım iddialarına karşı mücadele yürüten Talat Paşa Komitesi’nin 2005 Berlin ve 2007 Paris eylemlerini engellemeye çalışmıştır. Nitekim o sırada Avrupa Parlamentosu da bu eylemlerin yapılmasını istemiyordu. […]

Türkiye, soykırım iddiaları karşısında önceki yazımızda incelediğimiz yaklaşımlarını sürdürebilmek için, amaçlarına ters düşecek davranışlardan mümkün olduğunca kaçınmalıdır. Bu konuyla ilgili yanlışlar yapmaktan da uzak durmalıdır. Örneğin, Türk Hükümeti, Ermeni soykırım iddialarına karşı mücadele yürüten Talat Paşa Komitesi’nin 2005 Berlin ve 2007 Paris eylemlerini engellemeye çalışmıştır. Nitekim o sırada Avrupa Parlamentosu da bu eylemlerin yapılmasını istemiyordu. Bu gibi uyumsuzluklar, tabii ki, Türkiye’nin, tezlerini savunurken acziyete düşmesine sebep olabilmektedir.

Bu bağlamda Türkiye’nin, soykırım iddiaları karşısında kullanabileceği önemli bir araç şudur: yurtdışında, bilhassa da Batı ülkelerinde yaşayan Türklerin bilinçlendirilmesi, organize edilmesi ve harekete geçirilmesi… 4 milyon civarında Avrupa’da, 1 milyon kadar da ABD’de yaşayan Türkler, gerektiğinde Türkiye’yi ilgilendiren konularda harekete geçirilebilmek için ‘etkili baskı grupları’ haline getirilmelidirler. Nitekim daha evvel, Talat Paşa Komitesi’nin organizasyonuyla, Batı şehirlerinde Ermeni soykırımı iddialarına karşı çok etkili protesto gösterileri düzenlenebilmiştir. Örneğin, 2007’de Paris’teki Bastil Meydanı’nda beş bin kişi biraraya gelmiştir. Fransa Meclisi, Ermeni soykırımını inkârı suç sayan yasayı ele alırken, 22 Aralık 2011 itibarıyla da, Paris’in Concorde Meydanı’nda yine binlerce Türk toplanmıştır. Bu yasa tasarısı Fransız Senatosu’nda ele alınırken ise, 23 Ocak 2012’de Paris’teki Denfert-Rochereau Meydanı’nda 25-30.000 kişi gösteriler yapmıştır. Yani kısacası, yurtdışındaki Türkler başarılı bir şekilde organize ve mobilize olabilmişlerdir. Üstelik bu eylemlerde, kitleler hep bir ağızdan, “1914-1922 yılları arasında soykırım yapmadık, vatanımızı savunduk” diyerek, etkili bir slogan da geliştirmişlerdir.

Bu sloganın altında yatan temel argümanlar ise şunlardı: “Vatanını savunmak, insanın en tabii hak ve görevdir”; “Savaş koşullarında karşılıklı mukateleler olmuş olabilir”; “Ermenilerle ilgili yaşanan bu olayların müsebbibi, o dönemde Anadolu’yu paylaşmak için Ermeni ordu ve lejyonlarını kuranlardır” vs…

Gerçekten de, Fransız Halk Hareketi Birliği (UMP)’nin eski milletvekili ve ASALA terör örgütünün avukatı Patrick Deveciyan, Fransa’daki ‘Tarihe Özgürlük Derneği Başkanı’ Pierre Nora’ya cevaben, itiraf niteliğinde bir serzenişte bulunmuştur. Deveciyan açıkça şunu söylemiştir: “Birinci Dünya Savaşı’nda, Fransa Sykes-Picot Antlaşması’na göre Türkiye’yi işgal etmiştir ve evvelden Avrupa’ya kaçan Ermenileri biraraya getirerek bunlardan bir ‘Ermeni Lejyonu’ kurmuştur. Sonra da askerlerini çekerek, Ermenileri Anadolu’da yalnız bırakmıştır. O halde Fransa kendini bu meseleden öyle kolayca soyutlayamaz.” Bu ifadeler bize göre, tarihsel olarak çok büyük anlamlar taşımaktadır.

Türkiye ayrıca, bir başka seçenek olarak, uluslararası ortamda soykırım karşıtı tezlerimizi destekleyen objektif yabancı bilim insanlarını da bilimsel aktiviteler yapmaları konusunda daha fazla yanına çekmeye çalışmalıdır. Bu anlamda birçok Rus akademisyenin yanında, bazı Avrupalı ve Amerikalı entelektüeller de Türkiye’ninkine yakın tezleri savunmaktadırlar. Bunlar arasında sayılabilecek belli başlıları ise şunlardır: Jean Michel Thibanx, Albert Houriet, Justin Mccarthy, Gilles Veinstein, Günter Lewy, Pierre Nora vs.

Türkiye’nin, Ermeni soykırım iddialarıyla mücadelede ısrarla savunduğu önemli bir diğer argümanı da, Ermenilerle ortak tarih komisyonu kurma çalışmalarının yararlı olacağına dair tezidir. Esasında Türkiye’nin 2000, 2001 ve 2005 yıllarında bu yönde somut önerileri olmuştur. Ancak bu teklifler, Ermenistan tarafından genelde iltifat görmemiştir. Türkiye ve Ermenistan arasında imzalanan 2009 ikiz protokollerinde de, iki ülke arasında soykırım konusunu inceleyecek bir ortak tarih komisyonunun kurulması öngörülmüştür. Ancak meclis onayı öncesi, protokollere uygunluk denetimi yapan Ermenistan Anayasa Mahkemesi, metinde geçen tarih komisyonunun işlevini kendince farklı yorumlamıştır. Ona göre, “bu komisyon, olayın doğruluğunu (olup-olmadığını) araştıramayacak, sadece Ermeni soykırımını ispatlamak ve desteklemek için faaliyet gösterebilecekti”. Yani kısacası, bu şartlar altında, Ermenistan’ın tarafsız tarihçilerden mürekkep bir araştırma komisyonunu kabul edebilmesi, neredeyse imkânsızdır. Çünkü Ermenistan için 1915’teki soykırım suçu, tarihsel olarak ispatlanmış (historically established) bir gerçektir. Zira dünyada birçok kurum ve ülke parlamentosu, Türk tarihinde böyle bir suçun işlendiğini hâlihazırda zaten kabul etmişlerdir. Bu durum ise, Ermeniler açısından Türkiye üzerinde baskı yaratmak için yeter de artar.

Öte yandan Türkiye, bu problem karşısında, bazı uluslararası hukuk yollarını da kullanmaya çalışmıştır ve çalışmaya da devam etmelidir. Bu yollardan biri, Uluslararası Adalet Divanı’na başvuru seçeneğidir. Öncelikle belirtilmelidir ki, bu, riskli olduğu kadar, kesin sonuç verebilecek bir yöntemdir. Nitekim emekli büyükelçi Şükrü Elekdağ bu yöntemin daha ziyade faydalı yönlerini savunmuştur. Bu yöntem üzerindeki tartışmalar, 2006 yılının sonlarında, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül başkanlığındaki Asılsız Soykırım İddiaları İle Mücadele Koordinasyon Kurulu toplantısında ciddiyetle yapılmıştır. Nitekim o zamana kadar yürütülen faaliyetlerin (broşür bastırmak, sempozyum düzenlemek, gazete ilanı bastırmak gibi yöntemlerin), başarılı bir sonuca ulaşamadığı görülünce, bir alternatif yol arayışına girilmiştir. Bahsi geçen kurulda, nihayet şu konuda bir konsensusa ulaşılmıştır: “Türkiye’nin haklılığının, bir uluslararası yargı organı kararı marifetiyle onaylanıp, sabitlenmesi gerekmektedir”.

Peki, bu durumda nasıl bir yöntem izlenebilirdi? Ele alınan yöntemlerden biri olarak, örneğin, La Haye’deki Uluslararası Adalet Divanı’ndan öncelikle bir mütalaa (görüş) istenebilirdi. Mütalaa istenecek husus ise şöyle formüle edilebilirdi: “Fransız Ulusal Meclisi ve Senatosu’nun 2001’de kabul ettiği Ermeni Soykırım Yasası, 1948-BM Soykırım Sözleşmesi’ni hiçe sayarak ihdas edilmiştir. Bu durumda bir ulusal yasama organı nasıl olur da bir mahkeme rolü oynayabilir?” Zira henüz Türkiye’yi bu yönde suçlayan bir ulusal ya da uluslararası yargı organı kararı mevcut değildi.

Uluslararası hukuk yolunun bir diğer alternatif yöntemi ise, Uluslararası Daimi Hakemlik Mahkemesi’ne gidilmesi olabilirdi. Ancak bu yola Türkiye ve muhatabı olan Ermenistan’ın birlikte başvurmaları gerekmektedir. Nitekim her iki ülke, bu sorunu bir Hakemlik Mahkemesi’ne götürme konusunda hemfikir olup anlaşırlarsa, kendileri 3’er hakem seçip gönderirler, bunlar da 1 tarafsız hakemi başkan olarak seçerdi. Böylece taraflar arasında 7 üyeli bir hakemlik komisyonu kurulabilirdi. Peki, böyle bir komisyon neler yapabilecektir? Öncelikle konuyla ilgili bütün arşivleri inceleyebilir, arşiv belgelerinin doğruluğunu kontrol edebilir, o dönemlerde yaşanan salgın hastalıklarla ilgili geniş bir adlî tıp incelemesi yapabilir, tarafları ve varsa şahitleri dinleyebilirdi. Dolayısıyla Ermeniler, bu organın huzurunda, şimdiye dek ileri sürdükleri tüm iddialarını ispat etmek zorunda kalacaklardır. Elekdağ’a göre, bu yola başvurulması halinde, Türkiye’nin işi nispeten kolay olacaktır. Çünkü Türkiye’nin bu komisyondaki savı muhtemelen şöyle şekillenecektir: “Osmanlı devleti tarafından bu dönemde yapılan sevk, iskân ve tehcir uygulamaları, savaş esnasındaki meşru müdafaa fiilleridir”. Ermeniler ise, zaten bu yöntemle köşeye sıkışabileceklerini tahmin ettiklerinden ötürü, bu yola daha en başından yanaşmak istememişlerdir. Velev ki bu yöntem uygulanabilirse, Türkiye için de 2 risk söz konusu olabilirdi. Öncelikle, bu sayede 1948-Soykırım Sözleşmesi, geri bir tarihe doğru, yani 1915 yılı için işletilmiş olurdu ve neticede Türkiye’nin aleyhinde bağlayıcı ve geri dönülemeyecek bir nihaî karar tesis edilirdi.

Uluslararası hukuk yolunun, Türkiye açısından şüphesiz en uygun ve yararlı seçeneği olarak ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) üzerinden sonuç elde edilmeye çalışılması düşünülmüştür. Nitekim Türkiye devleti, İşçi Partisi (şimdiki Vatan Partisi) lideri Doğu Perinçek’in 2008 yılında İsviçre aleyhinde AİHM’de açtığı davaya müdahil olmuştur. Burada AİHM süreci ise şöyle işlemiştir: Doğu Perinçek, 2005 yılında, Yusuf Halaçoğlu’nun uğradığı haksızlığa (Türk Tarih Kurumu başkanı olarak 2004 yılında İsviçre’deki bir konuşmasında “Ermeni soykırımı yoktur” dediği için hakkında kırmızı bülten çıkartılmış ve soruşturma açılmıştı) tepki olarak, İsviçre’nin Lozan kentinde (1923-Lozan Barış Antlaşması’nın yapıldığı binanın merdivenlerinde), İsviçre’nin “Soykırımların İnkârını Suç Sayan Ceza Yasası Maddesine” muhalefet suçunu işlemiştir. 2006 yılında ise Talat Paşa Komitesi bünyesinde organize olan Türkler, Paris’te bu yasa girişimine karşı protesto gösterileri yapmışlardır. Yasaya muhalefet gerekçesiyle İsviçre Mahkemelerinde açılan davada ise, Doğu Perinçek suçlu bulunmuştur. Üstelik İsviçre Yargıtayı da bu kararı onamıştır. Buna karşın Perinçek ise, AİHM’e başvurarak İsviçre aleyhinde dava açmıştır. AİHM’in 2. Dairesi, 15 Eylül 2011 tarihinden itibaren bu davaya fiilen bakmaya başlamıştır. AİHM, davayla ilgili olarak Türkiye’den de görüş istemiştir. Türkiye devleti ise, doğal olarak, istenen görüşü vererek bu davaya iştirak etmiştir.

Hatırlanırsa, bu dönemde Avrupa ülkelerinde birbirine benzer ve paralel olarak, soykırımı inkâr etmeyi suç sayan yasal düzenlemeler yapılmaktaydı. Örneğin, aynı problemli kanun maddesi, Fransa ceza hukukunda da, ‘soykırım suçunu inkâr, itiraz ve aşağılama’ ibaresiyle bulunuyordu.

Bu arada şunu da hatırlatmak gerekir ki, AİHM kararları, mahkemenin yargı yetkisinin devletlerce önceden tanınması kaydıyla, Avrupa hukuk alanındaki tüm Avrupa Konseyi üyesi devletler üzerinde tereddütsüz geçerlidir. Dolayısıyla AİHM’in verdiği/vereceği herhangi bir karar son derece önemli ve bağlayıcıdır. Türkiye ise, bu davaya iştirak etmekle, belli ölçüde risk almış ve kararlı davranmıştır.

Hatta o dönemin Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış da, Perinçek’in yolunu izleyerek, İsviçre Zürih’te “Ermeni soykırımını tanımadığını” açıkça deklere etmiş ve böylece o da bir Türk devlet yetkilisi olarak İsviçre hukukuna göre ifade özgürlüğünü kullanmak isteyince bir İsviçre yasasını çiğnemiştir. Şurası da açıktı ki, ilgili davalardan tek bir tanesi bile kazanıldığında, bu, tüm benzer durumlar için emsal oluşturacak bir içtihada dönüşebilecekti.

Neticede davanın görülmesine devam edilmiş ve 17 Aralık 2013 tarihinde, AİHM-2. Dairesi, ‘Perinçek-İsviçre Davası’ ile ilgili yargı kararını vermiştir. Karar, pek sevindirici bir biçimde, Perinçek’in, dolayısıyla Türkiye’nin lehine sonuçlanmıştır.

Bu önemli kararın ve gerekçesinin can alıcı unsurlarını şöyle özetleyebiliriz:

Anlaşılan Türkiye, bu şekilde sadece ifade özgürlüğü alanında değil, Ermeni soykırım iddiaları karşısında da, çok önemli bir yargı içtihadı kazanımı elde etmiştir. Avrupa Birliği’nin Ermeni soykırımını inkârı suç addeden çerçeve kararı da bundan böyle yok hükmüne düşmüştür. Nitekim karardan sonra, Almanya ve Fransa bu yöndeki yasa çalışmalarını durdurmak zorunda kalmışlardır.

Ancak bu yargı kararı karşısında, İsviçre devleti, yoğun Ermeni baskılarına kayıtsız kalamayarak, davayı temyize götürmüştür. Temyiz davası ise, Ocak 2015’ten itibaren AİHM’in Büyük Dairesi’nde görülmeye başlanmıştır. Neticede 15 Ekim 2015 tarihinde, AİHM Büyük Dairesi, dava hakkında bir kez daha İsviçre aleyhine karar vererek, süreci nihayete erdirmiştir. Türkiye ise bu değerli içtihadı kullanmayı asla ihmal etmemelidir.

Bütün bu gelişmeler karşısında, Türkiye’nin en önemli argümanı, artık şu olmalıdır: “Parlamentolar, tarihî olaylar hakkında hüküm veremezler”. Hatta bu bağlamda Fransız Anayasası’nın 34. Md.’si gibi düzenlemelerin uluslararası hukukta yeri olamaz. Dolayısıyla bir olayı ulusal bir kanun yoluyla “soykırım” olarak nitelemek, uluslararası hukuka aykırılık anlamına gelecektir. Nihai bir yargı kararına ulaşabilmek içinse, öncelikle olayın kurban ya da şahitlerinin dinlenmesi veya bizzat görülmesi gerekmektedir.

Eğer bir parlamento, başka bir milletin geçmişi hakkında karar verebilecek olursa, neticede bu karar kendisine de olumsuz etki edebilecektir. Çünkü bu durumda herkes birbirinin tarihinde soykırım aramaya başlayacak ve kolaylıkla da bulacaktır. Sonuç olarak soykırım bir suçtur ve bunun tespiti, herhangi bir suçta da olduğu gibi, ancak şunlardan biri tarafından hüküm tesis edilerek yapılabilir: bir ulusal ve/veya uluslararası mahkeme ya da bir uluslararası yargı konvansiyonu. Üstelik bunlar da ancak; tüm tarafları dinleyerek ve tamamen kesin (objektif) olaylara dayanarak hüküm verebilirler. Anlaşılan, Ermeni soykırımı iddiaları hakkında bunlardan herhangi birinin uygulandığını söyleyebilmek mümkün değildir.

Öte yandan şunun da unutulmaması gerekir ki, bu AİHM içtihadıyla birlikte, Avrupa hukuk sahasında sözde Ermeni soykırımını inkâr ve buna itirazı suç saymak da, her türlü özgürlüğe (basın, düşünce, ifade özgürlükleri ve kişilerin korunması ilkesine) karşı çıkmak anlamına gelecektir. Bu konudaki hüküm netleşmiştir. Tabii ki bu özgürlüklere Türkiye’de de uyulduğunu görmek elimizi daha da güçlendirecektir. Saygılarımla…

Exit mobile version