Soykırım, uluslararası hukukta önemli suç fiillerinden biridir. Bu kavram, 9 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler-Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme’nin kabulüyle, uluslararası hukuka girmiştir. Sözleşmenin 2. ve 6. Maddeleri, ‘soykırım suçunu’ tanımlamıştır. 

Buna göre soykırım suçunun olmazsa olmaz 2 temel unsuru vardır. 
İşlenen fiiller:
Bu fiiller öldürme, kişilerin ruhunda ve vücudunda ciddi yaralar açma ve bir grubun yaşam şartlarının yok olmasını sağlayacak şekilde hayatlarını bilerek zorlaştırmaktan ibarettir. İkinci unsur olarak ise, belli bir grubun hedeflenmesi gerekir. Yani bu tipte suç fiillerine hedef olan bir etnik, dinî, millî veya dinsel grubun olması şarttır. Dolayısıyla 1948-Soykırım Sözleşmesi tarafından öngörülen bu tipte fiiller,  belirli ‘bir gruba yönelik ve sistematik’ olmalıdır. Dolayısıyla suç fiilinin oluşumunun arkasındaki temel şart, soykırım yapma kastıdır. 

soykırım4555
Yani, suçun esası: Irkî, dinî, etnik veya millî bir grubun üyelerine kısmen veya tamamen yok etme kastıyla saldırma, onları öldürme veya grubu/bazı üyelerini tehcir ettirme politikası izlemek ve de siyasî iradenin bunu bilinçli olarak yapması, sistematik bir politika haline getirmesidir.


Bu durumda, bir ayaklanmayı bastırmak ya da iç savaşı bitirmek gibi amaçlarla yapılıyorsa, fiillerde “kasıt yoktur”, “doğal savunma refleksi vardır” denilebilir. Yani bir iç çatışma ya da uluslararası savaş esnasında yapılan tehcir, çok sayıda ölüme neden olsa da, soykırım suçunun ‘olmazsa olmaz’ şartı olan ‘yok etme amacı ve kastına’ müteallik olmayabilir.


Tabii ki, savaş veya iç karışıklık durumlarında soykırım suçu işlenmemiş olsa da, insanlığa karşı suçlar ya da savaş suçları işlenmiş olabilir. Dolayısıyla insanlık suçlarının başka türden halleri de tespit edilebilir. 


Soykırım, sanılanın aksine toplumsal değil, bireysel bir suçtur. Hükümet mensupları veya diğer karar verici ve uygulayıcı bireyler, bazı olaylarda soykırım suçu işlemiş olabilirler; fakat bu suçun tespitine ancak yetkili mahkemeler karar verebilir.


Kişiler tek tek veya kolektif olarak bu işte sorumlu olan yetkililere karşı davalar açabilirler. Bu anlamda soykırım suçu bireyseldir ve ancak mahkemeler (suçun işlendiği yerin lokal bir mahkemesi veya Uluslararası Adalet Divanı gibi yetkili uluslararası mahkemeler) tarafından saptanabilir. Yani bu konuda parlamentolar yetkili değildir ve dolayısıyla bunların çıkardıkları karar ve yasalar da uluslararası hukuk tahtında meşru ve geçerli değildir.


Önemli bir nokta da şudur: 1948-Soykırım Sözleşmesi, geriye doğru/dönük uygulanamaz, yani eski bir deyimle ‘makable şâmil’ değildir. Nitekim zaten Ermeniler de bunu iyi bildiklerinden, konuyu fiilen mahkemelere değil de, ulusal ya da uluslararası parlamentolara (Avrupa Birliği Parlamentosu gibi) götürüp, Türkiye üzerinde siyasî baskı oluşturmaya çalışmaktadırlar. Sonuçta günümüze dek 31 ülke ve ABD’nin 49 eyaleti sözde Ermeni soykırımını tanımıştır. Ancak bu durum, uluslararası hukuk nezdinde Türkiye için böyle bir suçun işlendiğinin tespiti anlamına gelmemektedir.
Peki, Türkiye yine de, bu gibi Ermeni soykırım iddiaları konusunda neler yapabilir ya da yapmalıdır?
İlk olarak devletimizin klasik tezi, burada dile getirilebilir. Diyebiliriz ki, soykırım konusunda oldukça iştahlı ve agresif olan Ermeni diasporası köşeye sıkıştırılmalı ve Ermenistan’la direkt yakınlaşarak bir şeyler yapılmalıdır. Ancak bu durumda da, Azerbaycanlı kardeşlerimiz Dağlık Karabağ meselesi çözülmeden önce, bu yaklaşıma çok duygusal tepki göstermişlerdir. Öte yandan Ermenistan da yine her seferinde, bir şekilde diasporanın Türkiye ile ilişkileri sabote eden yaklaşımı karşısında, soykırım tezini desteklemek zorunda kalmıştır. 


İkinci bir görüşe göre ise, Türkiye, soykırım suçunu kabul etmeyi deneyebilir. Bu görüşü ilk kez Turgut Özal, başbakan olduğunda dile getirmiştir. Ona göre, “Ermeni soykırımını kabul etsek ne olurdu?” Hatta bir daha ayak bağı olmayabilirdi. Bu suç, bir kez kabul edilse, belki bir daha gündeme gelmezdi. Ancak bu tavır tam anlamıyla bir bilgi eksikliği üzerine kuruludur. Bugün de örneğin HDP’li siyasetçilere göre, “Ermeni soykırımı, Teşkilat-ı Mahsusa üzerinden Osmanlı dönemindeki korkunç bir kara leke olarak tanınmalıdır”. Ama bu tezi biraz yumuşatarak, “soykırım” değil de, belki acaba “büyük trajedi” denilemez miydi? Bu yaklaşım ise açıkça Ermenilerin ABD’de bir dönem savundukları “meds yeghern” (büyük felaket) yaklaşımını andırmaktadır. Günümüzde Ermeniler bu yeni kavramı, uluslararası hukuka dâhil etmeye (Yahudi Holokostu veya Sovyet Pogromları gibi) ve Türkiye’yi bu yönden köşeye sıkıştırmaya çalışmaktadırlar.


Bu noktada dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur: öncelikle soykırım suçları, hiçbir topluma “kara leke” oluşturmaz. Çünkü bu suçlar ancak suça karışan ya da emri veren ve uygulayan gerçek kişilere isnat edilebilir. Yani, soykırım soruşturma ve davaları kolektif anlamda toplumlara karşı değil, sadece bu suçu işleyen, buna iştirak eden gerçek kişilere karşı açılabilir. Peki, 1915 olayları için bu hiç denenmiş midir? Evet… (Burada Osmanlı yönetimince 1915-16 devresinde tehcir uygulaması sırasında işlenen çeşitli suçlardan dolayı yargılanan ve 67’si idama mahkûm edilen 659 görevli ve vatandaşı dışlayarak analiz yapıyorum…)


Malta Soruşturmaları: Birinci Dünya Savaşı sonrasında yapılan Malta Soruşturmasında, 1915 olayları hakkında suçlanan ve İngiltere’nin elinde savaş esiri olarak bulunan Osmanlı tebaasından birçok kişi (144 kişi), her ne kadar yürürlüğe girmese de Sevr’in verdiği yetkiye dayanarak İngiliz Kraliyet Başsavcılığı tarafından soruşturuldular. Ancak soruşturma sonucunda, başsavcılık bu kişilere isnat edebileceği herhangi bir suç bulamadı ve doğal olarak konu hakkında takipsizlik kararı verdi. Bu soruşturma sırasında, İngiliz, Amerikan ve Osmanlı arşivleri de o dönemin şartlarında elden geldiği kadarıyla incelendi. Söz konusu arşiv incelemesi sonucunda da bu kişiler hakkında herhangi bir suç unsuruna rastlanılamadı. Başsavcılığın vardığı tek sonuç ise şu oldu: Ermeni soykırımını (o dönemki şartlarda “katliamını”) hukuken geçerli kılacak maddî bir kanıt bulunamamıştır. 


Bu soruşturma sonucunda, Türkleri suçlayan Mavi Kitabın da ancak değersiz bir propaganda belgesi olduğu anlaşıldı. Mavi Kitap, İngiliz hükümetinin Birinci Dünya Savaşı sırasında yayınladığı propaganda kitabıdır. Aslında bu dönemde iki Mavi Kitap yayımlanmıştır. Birincisi, Almanların mezalimi hakkında hazırlanmış olanı idi. Almanlarla ilgili olanın tamamen propaganda eseri olduğu sonradan zaten resmen yazarları tarafından itiraf edildi. Ermeni meselesiyle ilgili olan Mavi Kitaba gelince; bunu yazan bir İngiliz diplomat idi: Lord James Bryce. Ünlü İngiliz tarihçi Arnold Tonynbee de bu çalışmaya katkıda bulunmuştu ama daha sonradan yazdığı bir başka kitabında, bunun da bir propaganda belgesi olduğunu bizzat kendisi itiraf etmiştir. Yani kısacası, hiç bir ciddi tarihçi bu Mavi Kitap'a önemli bir belge gözüyle bakmamaktadır.


Nitekim İngiliz Hükümeti, Malta’daki esirlere siyasî dava açmak istediğinde, İngiliz Başsavcılığı bu talebi de kabul etmemiştir. Bu sırada Amerikalılar da Osmanlı arşivlerinde kanıt niteliğinde herhangi bir şey bulamadılar. Sonuçta 13 Ekim 1921 Kars Antlaşması’nın imzalanmasından 10 gün sonra, İngilizler, Malta’daki Türk esirleri 23 Ekim 1921’de serbest bırakma anlaşmasını kabul etmişlerdir. Bu esirlerin aldığı yegâne ceza ise, geri dönüş biletlerini kendilerinin satın almaları olmuştur. 


Öte yandan ‘Türkiye, soykırımı tanımalıdır’ diyenler, şunu da söyleyebiliyorlar: “İddia sadece Osmanlı’yı ilgilendirir, modern Türkiye’yi değil…” Onlara göre, bu durumda Türkiye’yi bağlayan bir şey yoktur. Bu da hatalı bir değerlendirmedir. Çünkü Lozan Antlaşması’na göre, Türkiye Cumhuriyeti devleti, Osmanlı’nın Misak-ı Millî sınırları içindeki hukukî ardılıdır, yani devamıdır. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Osmanlı’nın arta kalan borçlarını (yaklaşık 161 buçuk milyon altın liralık toplam borcun bize düşen 105 buçuk milyon altın lirasını) bile, kuruşu kuruşuna devralmış ve 1954 yılına kadar taksitler halinde peyderpey ödemiştir. Yani bu durumda; Ermeni soykırım iddiaları, devletimizi sonuna kadar ilgilendirir. Kaldı ki, bu ‘tanıma görüşünü’ savunanlara karşın; Ermenilerin (bilhassa Batı diasporasındakilerin) ‘3-T Politikası’ (Soykırımı Tanıma-Tanıtma, Tazminat ve Toprak talepleri) da akıldan çıkarılmamalıdır.


Bir mesele de şudur: diyelim ki, Türkiye, Ermeni Soykırımı’nı tanıdı; bunun ardından hemen devamı gelecektir. Süryani, Asuri, Keldani, Alevi, Musevi, Pontus-Rum, Kürt vs. soykırım iddiaları peşpeşe sıralanacaktır. Zaten Avrupalı parlamenterler de yıllardır bu yönde bolca sinyal veriyorlar. Nitekim İsveç Parlamentosu, 11 Mart 2010 tarihinde, bu konuda tehlikeli ve örnek teşkil edebilecek nitelikte bir karar almıştır. Karara göre, Türkiye yakın tarihinde, ucu açık bırakılmak üzere 5 unsurlu bir soykırım suçu işlemiştir. Türkler güya, “Ermeni, Asuri, Süryani, Keldani, Pontus-Rum ve diğer çoğu halka soykırım uygulamıştır.”


İsviçre Millî Meclisi (Nationalrat) ise, 23 Aralık 2011 günü, buna benzer bir karar teklifini son anda reddetmiştir. Reddedilen bu karar tasarısında da, 5 unsurlu bir soykırım uygulandığı iddiası bulunuyordu. Karar tasarısı şunu belirtiyordu: “1915 yılında Süryani, Keldani, Asuri, Ermeni ve Rum-Pontus nüfusuna soykırım uygulanmıştır.” Bu arada, Türkiye benzer iddialar karşısında İsviçre Meclisi’nin bu ret kararının ‘gerekçeli metnini’ de gündeme getirmeli ve bunu kendi lehine kullanmalıdır. 


Türkiye’deki akademik tarihçilerin üzerinde bolca tartıştığı üçüncü bir görüş ise, 1915 olaylarının tehcir olarak değil de, insanların yeni yerlere sevk ve iskânı şeklinde tanımlanmasıdır. Bu tez, ilgilileri tarafından şöyle ortaya konulmaktadır: “Osmanlı döneminde sevk ve iskânlar sadece Ermenilere değil, örneğin Dersim’de Kürtlere ve hatta zaman zaman Anadolu Türk halkına karşı bile uygulanabilmiştir.” Peki, bu tez üzerinden hareket edilmesi durumda ne yapılması gerekirdi? Türkiye, 1915 olayları konusunda üzüntüsünü bildirebilir veya bu sevk ve iskân uygulamasının zararlarından dolayı Ermenilerden özür dileyebilirdi. Nitekim 23 Nisan 2014 tarihinde Başbakan Erdoğan bu yönde bir taziye mesajı yayınlamıştır. Hatta bu konuda ortak acıyı anma mahiyetinde bir dostluk anıtı dikilmesi de (Kars’taki Türk-Ermeni dostluğu anıtı) bir dönem için söz konusu olmuştur.


Dördüncü bir görüş ise, Türkiye’nin, tıpkı Ermeniler gibi davranarak ve misilleme yaparak karşı tarafı ya da tarafları soykırımcı ilan etmesidir. Ancak bu yaklaşım, herhangi bir sorunu çözmemektedir. Sadece karşı tarafa bir tepki gösterilmiş olmaktadır. Örneğin bu çerçevede, Ermeniler de soykırım uygulamakla suçlanabilir. Nitekim Dağlık Karabağ Savaşı’nda Ermeni lider ve komutanları ve/veya o dönemin Ermenistan Savunma Bakanı olan Serzh Sarkisyan, Hocalı katliamı ile alakalı olarak soykırım uygulamakla suçlanabilirler. Fransa gibi ülkeler de soykırım suçlamasına (örneğin Cezayir’de) muhatap kılınabilirler. Zaten Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde bu yöntem de bir ara denenmiştir. Başbakan, 24 Aralık 2011 günü, tarihte Fransa’nın da soykırım uyguladığını ima ederek, Cumhurbaşkanı Sarkozy’ye, “Cezayir’de yapılanları babana sor” şeklinde bir tepki göstermişti. Ama sonradan anlaşılmıştı ki, Sarkozy’nin babası ne tarihçidir, ne de Cezayir’e asker olarak gitmiştir. Dolayısıyla Cezayir’deki durumu nereden bilebilirdi? Ama bunun yerine Türkiye, arşiv çalışmaları yaparak, Fransa’ya Cezayir zulmünün bazı belgelerini gönderilebilirdi. Bu görüşü savunanlara göre, aynı şekilde, İsveç’in Laponlara ve Tattare grubuna yaptığı veya ABD’nin Kızılderililere yaptığı “soykırımlar” da dile getirilebilir.


Ancak bunlar Türkiye’nin resmî tezine uygun düşmemektedir. Çünkü Türkiye’ye göre, soykırım suçunu sadece yetkili ulusal ya da uluslararası mahkemeler tespit edebilir; tarihçiler, siyasetçiler ya da parlamentolar değil…


Beşinci görüşe göre, Türkiye kendi elini güçlendirecek arşivleri açmalı ve kendini savunmak için tarihsel argümanlar kullanmalıdır. Mesela, Malta Soruşturmaları hakkındaki dosyalar arşivlerden çıkarılmalıdır. İngiltere, kendi tarihi ile ilgili olan bu konuda resmî açıklama yapma konusunda teşvik edilmelidir. Mavi Kitap’ın da, aslında, İngiliz Savaş ve Propaganda Bürosu tarafından hazırlanmış, çarpıtılmış, önyargılı, sübjektif hafıza aktarımlarına dayalı bir kara propaganda belgesi olduğu konusunda, İngiltere’nin bir açıklama yapması yönünde diplomatik girişimlerde bulunulmalıdır.
Bu çerçevede, Malta Soruşturmaları devam ederken İstanbul’da görevli bulunan Amerikan büyükelçisi Henry Morgenthau’nun anı ve belgeleri dünyaya duyurulmalıdır. Henry Morgenthau, 1913 ile 1916 yılları arasında Birleşik Devletler'in Osmanlı Türkiye'sindeki büyükelçisiydi. Savaş dönemindeki anılarını topladığı “Büyükelçi Morgenthau'nun Öyküsü” adlı eser, Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı’na dahline ilişkin en önemli tanıklıklardan biridir. Morgenthau, en azından, savaş süreci boyunca İstanbul’da dokuz ülkenin diplomatik işlerinin emanet edildiği bir diplomat olarak, dönemin en gerçekçi gözlemcisi olmuştur. Anıları, şu andaki tarihçiler açısından bile değeri biçilemez bir kaynaktır. Morgenthau, 1915 Ermeni hadiselerine doğrudan tanık olmuştur. Öyle ki, Anadolu dâhilinde görev yapan çeşitli konsoloslardan birinci elden bilgiler toplarken, Ermenilere yönelik muamelat ile ilgili olarak, başta Talat ve Enver Paşalar olmak üzere Osmanlı liderlerine karşı çıkabilmiştir.


Öte yandan, sahte oldukları artık ispatlanmış olan Andonian ve Naim’in “Talat Paşa’nın Telgrafları” konusundaki yazdıklarının tersine, bu hususta asıl gerçek belgeler üzerinde araştırmalar yapılıp, sonuçları titizlikle açıklanmalıdır. Ermeni yazar Aram Andonian, Suriye-Halep’teki Rehabilitasyon Dairesinde çalışan Naim Bey adındaki alt rütbeli bir Osmanlı yetkilisinden bu yazıları (Talat Paşa’nın emir telgrafları olduğu varsayılanlar dâhil olmak üzere) elde ettiği iddia edilen ve o güne dek pek bilinmeyen biriydi. Ancak bu sahte belgelere dayanılarak yazılan ve çokça da referans gösterilen kitabı, Paris, Londra ve Boston gibi önemli Batı şehirlerindeki kitapevleri tarafından yayınlanmıştır. Neyse ki daha sonra bu belgelerin de sahte olduğu anlaşılmıştır. Bu sonucu daha iyi bir şekilde dünya kamuoyuna duyurmak gerekmektedir. 


Türkiye yine aynı şekilde, Alman Protestan Papaz Lepsius’un Alman arşivlerinden tahrif ederek düzenlediği belgelerin de sahte ve yanlış olduğunu tüm dünyaya anlatmalıdır. Bu konuda da bilimsel uluslararası çalışmalar yapılması ihmal edilmemelidir.


Öte yandan yine bilhassa 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın Ruslarla savaştığı dönemlere (1914-1917) ilişkin Rus devlet arşivindeki belgeler üzerinde de titizlikle durulmalı, bunlar yeterince araştırılmalı ve değerlendirilmelidir. Bu bağlamda, Çarlık Askerî Mahkemesi tarafından yargılanıp, işledikleri savaş suçlarından dolayı asılarak idam edilen Seno Arutunyan ve Hayk Ohanyan’ın Davası, Rus askerî hâkim Yeseyev’in başkanlığında Ermenilerin yargılandığı diğer askerî davalar, Kafkas Orduları Başkomutanı Bolhovitinov’un 11 Aralık 1915 tarihli ve 65 sayfalık raporu vb. üzerinde de daha detaylı incelemeler yapılmalıdır. Yine bilhassa, 1918-19 dönemindeki Taşnak Ermenistanı’nın ilk başbakanı olan Ovannes Kaçaznuni’nin 1923’te Brüksel’deki Taşnak Partisi Kongresi’nde sunduğu: “Taşnak Partisi’nin Yapacağı Birşey Yok” isimli itiraf niteliğindeki raporu herkese iyi duyurulmalıdır. 
Gerçi bu durumda, Ermeniler de, Osmanlı’nın son dönem sadrazamı Damat Ferit’in Osmanlı’da Ermeni katliamı yapıldığını kabul eden ifadelerini barındıran belgeleri, aleyhte delil olarak kullanabileceklerdir. Bu arada Ermeni arşivleri de mutlaka açılmalıdır.


Yapılan bu gibi tarihsel arşiv çalışmaları beklendiğinden çok daha etkili olabilmektedir. Nitekim hazırlanan bilimsel raporlar, İsviçreli parlamenterlere 2005 yılında gönderilmiş ve bu sayede İsviçre’deki yasa çalışmaları durdurulabilmiştir. Aynı şekilde, kitaplaştırılmış bazı belgelerin Almanya’da da Türkiye lehine sonuçları olmuştur. Nitekim Alman Anayasa Mahkemesi Başsavcısı ve Berlin İdare ve Yüksek İdare Mahkemeleri, Ermenilerin dava başvuruları karşısında Türkiye lehine kararlar almışlardır.


Türkiye’nin bu konuda hukuksal açıdan yapabilecekleri daha derinlemesine analiz edilebilir. Onları ise, bir sonraki yazımızda ele alacağız. Saygılarımla…