Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Yazar İsa Bingölbali: Monte Kristo Kontu’ndan ‘Melike’ye uzanan bir yazarlık yolculuğu

Monte Kristo Kontu’yla başlayan bir içsel yolculuk, ‘Melike’yle ete kemiğe bürünüyor… Yazar İsa BİNGÖLBALİ, satır aralarında kendi varoluşunu arayan, duygulara dokunan ve güçlü kadın hikâyeleriyle yüreklere seslenen bir kalemi temsil ediyor.

Monte Kristo Kontu’yla başlayan

Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Sizi bu yola yönlendiren en büyük ilham kaynağı neydi?

Kitapla İlk Temas: Merakla Başlayan Bir Yolculuk”

İlkokul ve ortaokul yıllarımda kitaplarla pek de dost değildim. Sayfalar arasında kaybolmak, satır satır düşüncelere dalmak bana göre değildi o zamanlar. Kitap okumak sıkıcı, zaman kaybı gibi gelirdi. Ta ki… Lise yıllarında her şey yavaş yavaş değişmeye başladı.

Ağabeyim Mehmet Sani, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuyordu. Yaz tatillerinde köye geldiğinde, yanında koliler dolusu kitap getirirdi. O kitaplar… Bazısı ders kitabı, bazısı roman… Ağır ağır taşırdı odasına ve titizlikle dizerdi raflara. Ben ise o zamanlar merakla, ama biraz da çekinerek o kitaplara bakardım. Arada sırada elime alır, birkaç satır okur sonra canım sıkılıp bırakırdım. Kitaplar bana bir türlü sıcak gelmiyordu.

Kardeşlerimle oyunlar oynar, zamanımızı dışarda geçirirdik. Ama ağabeyim… O eline bir roman aldığında saatlerce dalardı sayfaların içine. Biz ise onun yüzündeki ifadeyi izler, zaman zaman hüzünlenip, zaman zaman içten bir tebessümle gülümsemesini merakla izlerdik. Ne oluyordu da o kitaplar bir insanı bu kadar içine çekebiliyordu?

İçimde bir kıvılcım vardı. Belki de meraktı adı. Ama ne zaman okumaya başlasam, birkaç paragraftan sonra sıkılırdım. Yine de bir gün, kararlılıkla elime bir kitap aldım: Yaşar Kemal’in İnce Memedi. Ağabeyimden kalma bir kitaptı. Kalın, dolu dolu, ama biraz yıpranmıştı. Kitabın ilk sayfalarını okurken neredeyse patlayacak gibi oldum can sıkıntısından… Ama inat etmiştim. En az on sayfa okuyacaktım.

Zorlayarak otuz sayfayı devirdim. Bir şeyler değişmeye başlamıştı içimde. Küçük küçük görüntüler belirmeye başladı zihnimde. İnce Memed’in dünyası gözümde canlanıyordu. Ertesi gün, güneşin ilk ışıkları pencereden süzülürken elime tekrar aldım kitabı. Sayfaları çevirdikçe hikâyeye daha da gömüldüm… Ta ki yeniden sıkılana kadar. Bu defa daha fazla dayanamadım ve kitabı bıraktım. “Bu iş bana göre değil” dedim içimden.

“Monte Kristo ile Açılan Kapı”

Üniversitenin ilk yılları… Hayatın ritmi değişmişti artık. Yeni şehir, yeni insanlar, yeni umutlar… O gün önemli bir iş için gitmiştim şehir merkezine. İşimi hallettikten sonra kendimi bir kitapçıda buldum. Belki de hiçbir şey almayacaktım; sadece bakınıp çıkacaktım. Ama kaderin planı başka türlüymüş…

Mağazanın içinde ağır ağır yürürken bir köşe dikkatimi çekti: Dünya Klasikleri”. Beyaz bir tabelayla süslenmişti, altta raflara zarifçe dizilmiş kitaplar… Adeta zamana direnen hikâyeler fısıldıyordu bana. Yaklaştım, bir süre elim kitapların üzerinde dolaştı. Sayfaların arasından eski çağların kokusu yükseliyor gibiydi. Sonra bir kitap gözüme çarptı: Alexandre Dumas’nın kaleme aldığı Monte Kristo Kontu. Adını daha önce duymuştum, ama içeriğini bilmiyordum. Sadece klasiklerin bir yerinden başlamam gerektiğini hissediyordum. O kitap elimde bir davet gibiydi. Kasaya gittim, parasını ödedim. Belki hayatımda verdiğim en kıymetli kararlardan biriydi bu…

Eve gelir gelmez kitabı açtım. İlk sayfalarda hissettiğim o tatlı heyecan hâlâ aklımda. Her cümle beni içine çekiyor, her karakter bana dokunuyordu. Edmond Dantès’in ihanetle başlayan hikâyesi bir girdap gibi sarmıştı beni. Sayfalar ilerledikçe romanla bütünleşmeye başladım. Duygularım kitaptaki olaylarla birlikte dalgalanıyordu. Bir sayfada öfke, diğerinde umut, sonra hasret, sonra intikam… Kalbim hızla çarpıyordu her satırda.

Ve Mercedes… Ah, Mercedes! Onun duruluğu, sadakati, içindeki acıyı bile zarafetle taşıyışı… En çok da onu sevdim. Onunla birlikte ağladım, onunla sustum. Sayfalar arasında kaybolduğum o anlarda, bir karaktere bu kadar bağlanabileceğimi hiç düşünmemiştim. Kitap boyunca bazen gözlerim doldu, bazen dudaklarımda ince bir tebessüm belirdi. Bu yalnızca bir roman değildi; bu, bir insanın tüm duygularıyla sınandığı bir yaşamın yankısıydı.

İçimde bir şeyler değişmişti. Monte Kristo Kontu, kitaplara olan bakışımı tamamen dönüştürdü. İlk kez bir kitabı bitirdiğimde, onu kapatırken bir hüzün çöktü üzerime. Çünkü o dünyanın içinden çıkmak istememiştim. Bu roman benim dönüm noktam oldu; kitaplara karşı olan önyargımı yıkan, beni başka hayatların içine sürükleyen ilk hikâyemdi bu.

Yazarlık kariyeriniz boyunca karşılaştığınız en büyük zorluk neydi ve bunu nasıl aştınız?

Doğruyu söylemek gerekirse, ilk romanın “Melike” kitabı kaleme alırken büyük zorluklarla mücadele etmedim. Belki de yıllardır içimde sessizce büyüyen, zamanını bekleyen kelimeler, nihayet yüzeye çıkmaya hazırdı. Her biri, ruhumun bir köşesinde anlamını arayan duygularla yoğrulmuştu. Kalem elime her değdiğinde, sanki iç dünyamın kapıları birer birer aralanıyor, saklı kalmış düşünceler gün yüzüne çıkıyordu.

Ancak mutlaka bir zorluktan bahsetmem gerekirse, o da karakterleri içsel dünyalarında olgunlaştırmak, onları hikâyeye doğru yerleştirmekti. Bir karakter yaratmak; sadece bir isim, bir özellik ya da meslek bulmak değil… Onlara geçmiş yüklemek, hayaller aşılamak, hüzünler giydirmek, bir insan gibi yaşatmak gerek. Bu zorluk, zaman zaman içimde yankılanan bir sessizlikle karşıma çıktı.

Tam da bu anlarda, yıllar içinde biriktirdiğim ve artık tam sayısını dahi hatırlayamadığım kitaplar yetişti yardımımı. Belleğimin unutulmuş raflarından ansızın çıkan bir cümle, bir karakter ya da bir olay, bana yepyeni bir ilham oldu. İsmini unuttuğum, ama duygusunu asla kaybetmediğim kahramanlar; tıpkı eski bir dost gibi çıkıp geldiler. “Ben buradayım,” dercesine bir sıcaklıkla yaklaştılar hikâyeme.

İşte o anda, her şey birer birer yerine oturdu. Karakterler nefes aldı, duygular derinleşti, olaylar adeta kendiliğinden şekillendi. Kalemim, artık sadece bir yazı aracı değil, iç dünyamın sesine dönüşmüştü. Sayfalara dökülen her kelime, içimde büyüyen bir hayalin gerçeğe bürünmüş haliydi. Yazmak, artık sadece bir uğraş değil, ruhumun yolculuğuydu. Her satırda ben vardım; çocukluğum, gençliğim, kırgınlıklarım, sevinçlerim, umutlarım…
Ve şimdi, bu kitabın her sayfasında, sadece bir yazarın sesi değil, bir insanın kalbi atıyor.

Yakın zamanda üzerinde çalıştığınız ya da okuyucularınızı heyecanlandıracak yeni bir projeniz var mı? Eğer varsa, bu proje hakkında ipucu verebilir misiniz?

Henüz çocukluğun gölgesinde, hayallerle bezenmiş bir dünyaya yeni adım atmışken, Anadolu’nun taş toprakla yoğrulmuş, rüzgârı bile yoksulluğun kokusunu taşıyan kırsal bir köyünde başladı onun hikâyesi. On beş yaşındaydı… Ne bir oyun oynayacak zamanı olmuştu ne de kalbini çırpındıran hayallere izin veren bir çevresi. Babasının sözü onun için emirden öte bir kaderdi. Gözlerinin içine bakmaya çekinerek dinlediği o cümle, kaderinin yönünü çizdi: “Eşi vefat etmiş biriyle evleneceksin.” Oysa çocuktu daha… Ama Anadolu’nun kızları, gözyaşlarını içlerine akıtarak büyür. O da öyle yaptı. Başını önüne eğdi. Ne bir serzeniş, ne bir itiraz… Yalnızca içten içe kabullenişin sessizliğiyle bir “tamam” dedi.

Bu kabul, yalnızca bir evlilik değildi. Bu bir teslimiyetti, bir yaşam boyunca sürecek çileli bir yürüyüşün ilk adımıydı. Zamanla, rahminde birer mucize taşıdı. On bir kez… Her seferinde o tarifsiz sancıyı yaşadı, ama bir kez bile şikâyet etmedi. Kadın olmak kolay değildi; ama o, aynı zamanda birer birer doğan her çocukla birlikte yeniden doğuyordu. Kendi doğurdukları yetmedi; eşinin ilk evliliğinden kalan iki çocuğu da tıpkı kendi canıymış gibi sardı sarmaladı. Onlar ağladığında kalbi sızladı, güldüklerinde yüzü aydınlandı. Her biri onun yüreğinde ayrı bir ışık, ayrı bir dua oldu.

Günler geçti, yıllar aktı. Her doğan çocukla birlikte yoksulluk biraz daha arttı, yük biraz daha ağırlaştı. Ama o hiçbir zaman diz çökmedi. Ellerini gökyüzüne her açtığında, önce sabır, sonra sağlık ve sonra çocukları için güç diledi. Öyle zamanlar geldi ki, tencerede kaynayan suyun içinde yemek değil sadece dua vardı. Ama o, çocuklarının aç yattığı gecelerde bile gözlerine masal gibi bakmayı başardı. Ne umutlarından vazgeçti, ne de insanlığından. Evde soba yanmasa bile yüreği sıcaktı. Ve o sıcaklık, evin duvarlarına bile huzur verirdi.

Sonra bir gün… 1984 yılının soğuk bir sabahında, hayat bir kez daha ona en ağır sınavını sundu. Kocası, kaderin sessiz çağrısına boyun eğip bu dünyadan göç etti. En küçük çocuk daha bir yaşındaydı… Evin yükü, dünyanın tüm ağırlığıyla bir anda onun omuzlarına çöktü. Ama o, gözyaşlarını içine akıttı yine. Evlatlarının başını okşadı, sırtlarını sıvazladı. “Biz yine başarırız” dedi. Henüz kırk beş yaşındaydı… Hayatının baharında, hayallerinin ötesinde bir yalnızlıkla baş başa kaldı. Tek bir an bile “başka bir yol var mı” demedi. İkinci bir hayat kurmak yerine, ilk hayatına tutunarak çocuklarına bir ömür armağan etti. Onlar için hem anne oldu, hem baba; hem ekmek getiren el, hem de başlarını yaslayacak omuz…

Yıllar ilerledi… Çocuklar büyüdü. Kimi ilkokulda, kimi lisede, kimi üniversite yolunda… O ise her sabah aynı heyecanla uyanıyordu. Yırtık önlüğü dikti, eksik defteri kendi çeyizinden kalan bez parçasını satarak aldı. Gece uyumadı; onların ders çalışmasını izledi. Belki de hayattaki en büyük gururu, çocuğunun elinde gördüğü diplomayı o andı.

Yokluk, onun en eski tanıdığıydı. Ama yoklukla dost olmayı bildi. O dostlukta direnç vardı, sabır vardı, azim vardı… Hiç kimsenin görmediği acıları gördü, ama hiçbir zaman kendini acındırmadı. Onun sessizliği bile vakur, suskunluğu bile öğreticiydi.

Bugün… O kadın artık bir anne olmanın ötesinde bir semboldür. Edebiyat kitaplarında örnek olarak gösterilecek, tarih kitaplarında “adsız kahraman” diye anılacak bir direnişin yaşayan kanıtıdır. Onun adını duyan herkesin yüreği titrer; çünkü onun yaşamı, sadece bir yaşam değil, insan ruhunun en yüce halidir. Sözlerle anlatılması güç bir minnetin, suskunlukla dile gelen bir sevdanın ifadesidir. Ona bırakılan bu kelimeler, bir çiçek gibi kalbinin tam ortasına konulmuştur; narin, derin, kokusu yürek burkan. Her harfi bir dua gibi, alnına yazılmış kutsal bir iz gibidir. Sessizce akan gözyaşları, onun ardından dökülen her damla, çocuklarının yüreğinde bir teşekküre dönüşür.

Kelimelerle örülmüş bir teşekkür değil bu sadece; içten, derin bir saygının nişanesi… Her satırda gizli bir hikâye, her cümlede bastırılmış bir özlem gizlidir. Gözlerden uzak, ama kalplerin tam merkezine dokunan bir kahramandır o. Ve onun adını şu anlık gizli tutmak istiyorum. Çünkü bu satırlar, yalnızca bir isme değil, bir ruha, bir iz bırakmış hayata yazılıyor. Yakında adını duyduğunuzda, kalbinizde bir sıcaklık hissedeceksiniz. Çünkü bu ismin taşıdığı anlam, sadece bir kişi değil; bir dönemin, bir hissin, bir sonsuzluğun yankısı olacak. Şimdiden müjdesini veriyorum: Bu hikâye yürekleri saracak, unutulmuş duyguları gün yüzüne çıkaracak.

İlk kitabınızı yazarken yaşadığınız en unutulmaz anı bizimle paylaşır mısınız? O zamanlarda kendinize güveniniz nasıldı?

İlk romanım Melike Henüz kaleme almadan önce bile içimde tarifsiz bir coşku, anlatılması zor bir heyecan vardı. Sanki kelimeler yüreğimde birikmiş, sabırsızlıkla dışarı çıkmayı bekliyordu. Sayfalar ilerledikçe duygularım da satırlara dökülmeye başladı. Ama içlerinden biri vardı ki… Beni en çok zorlayan, en derinime dokunan, kalbimin ritmini değiştiren karakter: Rona.

Rona’nın hikâyesi, yalnızca bir kadının değil, aynı zamanda binlerce kadının susturulmuş çığlığıydı. Onun doğum sancılarıyla kıvrandığı o gece… Karanlığın içine gömülmüş hastane koridorları… Soğuk duvarların yankıladığı endişe fısıltıları… Işıkların altında sessizce ağlayan bir adam — kocası — ve çaresizlikle göz göze gelmekten kaçınan akrabalar… Her biri, çaresizliğin ne denli ağır bir yük olduğunu bedenlerinde taşıyordu.

Zaman adeta durmuştu. Dakikalar saatlere, saatler ise bir ömre dönüşmüştü. İçeriden gelecek küçücük bir haber, o bekleyen kalabalığın hayatını ya umutla ya da sonsuz bir kederle değiştirecekti. Rona’nın acısı, kelimeleri aşan bir çığlık gibiydi. Onun yaşadığı ızdırabı yazarken sadece parmaklarım değil, ruhum da titriyordu. Gözyaşlarım tuzlu tuzlu kağıda dökülürken, içimde bir yerlerin kırıldığını hissediyordum. Yazdığım her kelimeyle birlikte biraz daha yandım, biraz daha eksildim.

Ve güven… Hayatım boyunca üzerine titrediğim, beni ben yapan en temel özelliklerden biri. Kendime güvenirim; çünkü korktuğum halde yürürüm. Risk almaktan kaçınmam. Hatalarımla yüzleşir, doğrularımın arkasında dimdik dururum. Bu beni hem güçlü hem de kararlı yapar. Çevreme baktığımda, çoğu insanın eğitim ya da vizyon eksikliklerine rağmen olağanüstü başarılar elde ettiğini gördükçe, içimde tarifsiz bir ilham kıvılcımı doğuyor. “Ben de yapabilirim!” diyen iç sesim her seferinde biraz daha güçleniyor. Bu sesle büyüyor, bu sesle yazıyorum.

Benim için yazmak sadece bir eylem değil, bir var oluş biçimi. Kelimelerle düşmek, kelimelerle uyanmak… Heyecan, korku, özlem, umut… Hepsi satırlarda birleşiyor. Her karakter, içimde yaşayıp konuşan bir parçam oluyor. Ve Rona… Sen, hiç unutulmayacak bir yara gibi kalacaksın yüreğimde….

5. İlhamınızı en çok nereden alıyorsunuz? İlham geldiğinde bunu yazıya dökme süreciniz nasıl oluyor?

İlham, ne zaman ve nereden geleceği belli olmayan, sihirli bir misafir gibidir. Bazen bir film sahnesinden, bazen bir rüyadan, bazen de yıllar önce duyduğum ama zihnimin bir köşesinde gizlice bekleyen bir cümleden çıkar gelir. Kalbimin duvarlarına vurur usulca. O vurduğunda, sanki içimde bir şeyler yerinden oynar. Kimi zaman tarifsiz bir özlem, kimi zaman yakıcı bir acı, kimi zaman da tarifsiz bir sevinç olarak dökülür kelimelere.

Yazmaya başladığımda dünya sessizleşir. Kalemimle zamanın dışında bir yolculuğa çıkarım. Etrafımdaki her şey silinir; sadece ben ve karakterlerim kalırız. Onlar bana hikâyelerini anlatır, ben de satırlara dökerim. Her cümleyle biraz daha onlara yaklaşırım. Bir karakterin gözünden bakmak, onun kalbiyle hissetmek, onun korkularını, sevinçlerini yaşamak… Bu, yalnızca bir yazım süreci değil, ruhumun derinliklerinde yankılanan bir serüvendir.

Kimi zaman yazarken ağlarım. Özellikle bir karakterin içsel fırtınalarını, hayal kırıklıklarını ya da kayıplarını kaleme alırken… İçimdeki her bir duygunun kalem ucundan kağıda aktığını hissederim. Kelimeler sadece cümle kurmak için değil, bir kalbi, bir yaşamı, bir geçmişi anlatmak için dökülür. Gözyaşlarım kağıda karıştığında, işte o zaman gerçek yazının başladığını anlarım.

Roman yazmak; sadece hayal gücüyle değil, tüm kalbinle yaşamaktır. Bir roman, yazarının iç dünyasına açılan gizli bir kapıdır. Ve o kapıdan her geçtiğimde biraz daha büyür, biraz daha derinleşirim.

Kitabınızın MST Yayıncılık tarafından yayımlanma süreci nasıldı?

Bu süreçte yayın evi size nasıl destek oldu?*

Romanımı tamamladığımda, içimde tarifsiz bir huzurla karışık heyecan vardı. Yüzlerce sayfa boyunca, kelime kelime dokuduğum bir dünyanın sonuna gelmiştim. O karakterler artık sadece birer hayal değil, bir ömrü paylaşmış dostlar gibiydi benim için. Roman bitmişti… Artık sırada onu dünyaya tanıtmak vardı. Sosyal medyada yayınevi araştırmalarına başladım. Bazılarını inceledim, birkaç tanesini ise seçip onlarla iletişime geçtim.

Kısa bir süre sonra geri dönüşler gelmeye başladı. Ancak ilk aldığım yanıt beni hem şaşırttı hem de içten içe kırdı. Kitabımın içeriğine dair neredeyse hiçbir fikirleri yoktu. Sadece birkaç satır okumuşlardı. Oysa ben sayfalarca duygu, acı, umut ve mücadele anlatmıştım. Editörden bile geçmeden, sadece “cümlelerin dolgun” olduğu izlenimiyle kabul etmişlerdi. Romanımın karakterleriyle ilgili birkaç soru sorduğumda ise aldığım kem küm cevaplar, beni derinden etkiledi. Anladım ki, emeğime değil; belki sadece dışarıdan parlayan kabuğa bakmışlardı.

İçimde bir buruklukla bu süreci sorgularken, bir Salı günüydü — hâlâ dün gibi hatırlarım — telefonum çaldı. Arayan kişi, kendisini Kenan olarak tanıttı. MST Yayıncılık’tan aradığını söylediğinde, derin bir nefes aldım ve konuşmaya odaklandım. Ses tonu, cümlelerin arasına serpiştirdiği ayrıntılar… O an anladım ki bu adam, kitabımı gerçekten okumuştu.

Romanımın büyük bir kısmını gözden geçirmiş, karakterlerime hâkimdi. Hatta öyle ki bazı cümlelerin yerini değiştirerek anlatımın daha güçlü olabileceğine dair önerilerde bulundu. Bu, beni hem şaşırttı hem de duygulandırdı. İlk kez, biri gerçekten emeğimi anlamıştı. Kalemimden dökülen her cümleyi, yüreğimden süzülen her duyguyu sahiplenmişti. O an içimde bir güven doğdu. Ve bu güven, kırıldığım yerleri onarmaya başladı.

Anlaşmamızı yaptık. Sözleşmede belirtilen tüm kurallara uyuldu. Ancak mükemmel miydi? Hayır. Kitabımın ilk baskısında yazı puntolarının çok küçük olduğunu fark ettim. Bu, okuyucular için zorlayıcı olabilirdi. Durumu yayınevine bildirdiğimde, sonraki baskılarda tamamen yazarın isteği doğrultusunda hareket edeceklerini söylediler. Bu yaklaşım, yeniden güven duymamı sağladı.

Sonuç olarak, evet… Bugün geldiğim noktada memnunum. Ama içimde hep daha iyisini yapabileceğime dair bir inanç var. Her kırgınlık, her umut, her karşılaşma beni daha da büyüttü. Ve biliyorum ki bu yolculuk henüz bitmedi… Daha anlatacak çok hikâyem var.

İlk imza günlerinizi genellikle hangi şehirlerde ya da mekânlarda yapıyorsunuz?

Romanlarım “Melike” ve “Aşkın Gölgesindeki Ölüm” ile çıktığım edebi yolculuğun ilk durağı, kalbimde asla silinmeyecek bir iz bıraktı… İlk imza günüm, edebiyatla iç içe atan kadim şehir Bursa’nın tam kalbinde, Avrupa’nın en büyük kitap mağazası unvanını taşıyan, adeta bir bilgi mabedi olan BKM Kitap Mağazası’nda gerçekleşti. O gün, sadece bir etkinlik değil; yıllardır içimde büyüttüğüm hayalin, gözle görülür bir gerçeğe dönüşmesiydi. Ayaklarım yere basıyor olsa da, ruhum sanki pamuklara sarılmış bir hayalin içinde süzülüyordu.

Mağazaya adım attığım anda beni karşılayan atmosfer… Kelimelerin tarif edemeyeceği bir büyüydü. Yüzlerce, binlerce kitabın omuz omuza dizildiği raflar arasında dolaşan o bilgi kokusu, her köşeden yayılan dingin bir kitap fısıltısı… Sanki sayfalar bana “hoş geldin” diyordu. Çalışanların güler yüzlülüğü, işlerine duydukları saygı ve titizlikle birleşince, kendimi bir yazar değil de bir sarayda ağırlanan konuk gibi hissettim.

O büyülü anlarda, çevremi saran kalabalığın her biri, yüreğimden süzülen kelimelerle buluşmaya gelmişti. Her detay öylesine özenli, öylesine incelikliydi ki; rüyada gibiydim… Ama bu bir rüya değil, bir gerçeğin ta kendisiydi. Ve ben, o gerçeğin tam ortasında, hayalimin vücut bulmuş hâliyle karşı karşıyaydım.

Orada olmak, sadece bir imza günü yaşamak değildi. Tüm yazarların göz bebeği kabul edilen bir mekânda, Kurucu Kutbettin Bey’in bana sunduğu bu imkân, kelimenin tam anlamıyla kıymetli bir onurdu. Ve daha da güzeli… Okurlarım. O gün saatlerce kuyrukta bekleyen, ellerinde kitabımı taşıyan, gözlerinde heyecanla yanıma yaklaşan o güzel insanlar… O an, hayatımın en büyük gururlarından birini yaşadım.

İmza masasına her oturduğumda, yanımda ailem olurdu hayalimde. O gün gerçekten ailem, kardeşlerim, akrabalarım oradaydı, gözlerinde gururla beni izliyorlardı. Ama bir eksiklik vardı. Kalabalığın içinde gözlerim onları aradı… Annem ve babamı. İçimde bir boşluk hissettim o an. Sanki zaman durdu, kalabalık sustu, dünya yavaşladı. Bir film şeridi gibi anılar gözümün önünden geçti. Annemin gülüşü, babamın sıcacık bakışı… Ve içimden geçen bir cümle: “Burada olsalardı… Ne kadar gururlanırlardı…”

İçimde bir sızı, gözlerimde bir buğu belirdi. Boğazıma düğümlenen duyguları yutmaya çalıştım. Birkaç saniyelik bu sessiz fırtınadan sonra derin bir nefes alarak kendimi toparladım. Kalbimin kıyısında bıraktıkları izle, gözyaşımı içime akıtıp tekrar imza kalemimi elime aldım.

Her imzada, her sarılmada, her teşekkürde… Biraz daha güçlendim. Okurlarımla paylaştığım sevgi, heyecan ve sadakat beni sarıp sarmaladı. Ve yazmaya devam ettim. Çünkü bu sadece bir imza günü değil, bir yazarın kalbinin okuyucularıyla buluştuğu gündü.