Yerli ve millî Togg tarihinde ilk kez Bursa’da gelin arabası oldu.

Her ne kadar roman formatında yazılmış olsa da aslında otobiyografik bir metindir. Yazar, kendisinin ve güzel yurdunun dramını bu roman aracılığıyla anlatmaktadır. Zaten Dağcı’nın neredeyse bütün romanları, onun ve mensubu olduğu Kırım Türklerinin başından geçen hakikatlerdir. Başlıca romanları: “Onlar da İnsandı, Korkunç Yıllar, O Topraklar Bizimdi, Badem Dalına Asılı Bebekler…”şeklinde sıralanabilir. Bu romanların neredeyse hepsi […]

YouTube video player

Her ne kadar roman formatında yazılmış olsa da aslında otobiyografik bir metindir. Yazar, kendisinin ve güzel yurdunun dramını bu roman aracılığıyla anlatmaktadır.

Zaten Dağcı’nın neredeyse bütün romanları, onun ve mensubu olduğu Kırım Türklerinin başından geçen hakikatlerdir. Başlıca romanları: “Onlar da İnsandı, Korkunç Yıllar, O Topraklar Bizimdi, Badem Dalına Asılı Bebekler…”şeklinde sıralanabilir. Bu romanların neredeyse hepsi güzel ülke Kırım’a yakılmış ağıtlardır. 1783’ten beri Rus emperyalizmi altındaki Kırım’dan bahsediyoruz.

Yazımızın konusunu teşkil eden romanı ilk olarak lise yıllarımda okumuştum. Geçenlerde alıp, bir kez daha okudum. İnsan, bazı kitapları değişik aralıklarla, birden fazla okumalıdır. İyi ki, yeniden okumuşum Yurdunu Kaybeden Adamı. İnsanın gerçek yurtseverlik özelliklerinin gelişmesini sağlıyor böylesi eserler.

Adı geçen roman, Türkiye’de ilk olarak 1957’de Varlık Yayınları’ndan çıkmıştır. Ondan bir yıl önce, 1956’da yine aynı yayınevinden çıkan: “Korkunç Yıllar” romanı Dağcı’nın Türkiye’de yayınlanmış ilk romanıydı. Rahmetli Yaşar Nabi Nayır sayesinde Cengiz Dağcı ile irtibat kurulmuş ve eserleri Türkiye’de bu sayede tanınmaya başlanmıştı. Maalesef, 60’lı – 70’li yıllarda sol akımlara fazlasıyla kapılan Varlık Yayınevi, “Sovyet dost”larını gücendirmemek için Türk dünyasının yüz akı yazarlarından Dağcı’ya kapılarını kapatmıştı.

Tıpkı, “Yurdunu Kaybeden Adam”daki Sadık Turan’nın Türkiye’ye iltica talebine soğuk bakan, ona kapıları kapatan Türkiye’nin Roma Büyükelçiliği gibi. Sadık Turan’ın ayyıldızlı bayrağa hayranlıkla bakıp: “Ben Türküm efendim, Kırım Türkü” demesine karşılık, Elçilik yetkilisinin: “Siz, Rus tebaasınız, değil mi?” sorusu ne kadar da ruhsuz, basmakalıp bir soru cümlesi değil mi?. Yaşanan bu tatsız diyalogun sonunda yazar şu cümle ile devam eder: “Şimdi ve belki ilk defa olarak Türk olmamın yetmediğini burada anlıyorum”.

Cengiz Dağcı, hayatının yurtsuz dönemini yurdunun acısını gönlünden, aklından hiç çıkarmadan çoğunlukla İngiltere’de yaşadı. Yaşadığı süre boyunca hep yazdı. Onlarca roman, hikaye, hatırat, deneme ortaya çıkardı. Yazdıkları muhtelif dillere çevrildi. Türkiye’den de Ötüken Yayınları Dağcı külliyatını yayınladı.

Yurdunu Kaybeden Adam romanının ana teması, II. Dünya Savaşı (1939 – 1945) yıllarında Kafkasya ve Orta Asya Türklerinin içinde bulunduğu durumdur. Romanın başkarakteri Sadık Turan  (aslında Cengiz Dağcı’nın kendisi oluyor) Kırımlı bir Türk gencidir. Güzel Kırım’ı mahveden Sovyetler, onu da askere alırlar; savaşta Almanlara esir düşer ve bir süre sonra üzerine Alman üniforması geçirilerek, Türkistan Lejyonu’nda kendisine görev verilir. Ancak Almanların, Ruslar karşısındaki durumları artık gün geçtikçe kötüleşmektedir. Bu umutsuz durum içerisinde çok sayıda Türk genci yalpalamaktadır. Düşman (Rus ve Alman) üniformaları, kuvvetleri içinde sözüm ona Türkistan’ın bağımsızlığı için hareket ettiklerini zannetmektedirler. Aslında 3. bir seçenek oluşturacak öz güçleri de yoktur. O yüzden ya Alman, ya da Rus komutası altında bulunmaktadırlar. Nitekim, Sadık Turan’ın kardeşi Bekir de Kızılordu çetecilerine katılmıştır. İki kardeş, karşı cephelerde düşmandır birbirlerine.

Roman’ın önemli sahnelerinden birisi de Polonya’dır ve nasıl ki bir Türk trajedisi varsa benzer şekilde bir Polonya trajedisi de vardır. Zavallı ülke Polonya, iki kirli koca çizme (Alman ve Rus) tarafından kirletilmekte, çiğnenmektedir. Ezilen iki milletin (Polonyalı: Leh ve Türk) fertleri olan Sadık ve Marya arasındaki aşk da romanı romantize ediyor ve bu iki âşık ve bu iki millet yersiz, yurtsuz kalıyor.

Beyaz tenli, yeşil gözlü bu güzel Leh kızının en kritik zamanlardan birinde ortaya çıkıp Sadık’a yardım etmesinin temelinde tarihî bir faktör de vardır: Leh Kralı Jan Kazimir (17. Asır ortaları) Kırım Hanı Subhan Gazi’den yardım görmüş!:  “Kırımın kılıcı bizim kılıcımızla birlik, Moskovitsini doğradılar. İsveç’e açtığımız savaşta Maksud Giray’ın ettiği yardımı bize hiçbir Hıristiyan kralı edemedi. Eski tarih, ama gerçek!Eski dost, yeni dosttan iyidir” diye ekliyor Lehli Bartoş. Maalesef, 20. Yüzyıla gelindiğinde, eski dostlar, eski güçlerinden çok uzaktadırlar ve Alman kartalı ve Rus ayısının avı olmuşlardır.

Marya, İsviçre – İtalya sınırında dağlık bir yerde ölüyor; Sadık, Marya’yı gömdükten sonra üzerindeki her şeyi atıp kendini İtalya’ya atıyor ve orada yurdunu çoktan kaybetmiş; kimliksiz – kişiliksiz – başıboş sürünüyor. “Uğrunda yaşadığım, yıllarca savaştığım, kan döktüğüm her şey benden ayrılıyordu. Türkistan’ın hürriyeti!.. Ne uzak bir hayaldi bu!” diye anlatır bu durumu. Bu durumda yapabildiği belki de tek hatırı sayılır şey sığıntı haline getirdiği hatıralarını yazmak oluyor.

Aslında romanın bize sordurttuğu en önemli soru şudur kanaatimce: Siz, Milliyetçiler/Yurtseverler.. Millet ve yurt ülküsüne doğru ilerlerken ya da ilerlediğinizi sanırken, gerçekten, kimin gücüyle, aslında kimler için yürüyorsunuz? Buna çok ama çok dikkat edin. Rus, Alman, İngiliz …v.s. güçlerin “desteğiyle”, imkânlarıyla, üniformalarıyla yapabileceğiniz tek şey yurdunuzu, milletinizi daha da perişan etmek olacaktır. Bağımsızlığa koştuğunu zannederken, bağımlılık – esaret zincirlerinin daha da kalınlaşmasına sebep olabiliyor insanlar: Istırabın çocukları Sadık gibi, Akın, Muhan, Kılıçbay …v.d. gibi.

Almanlar, ilk büyük savaşta (1914 – 1918) Anadolu Türkü’nü; ikincisinde Kafkas – Orta Asya Türkü’nü kullandı. Özellikle son üç yüz yıllık “Modern” Tarih boyunca hemen her zaman güçlüler, güçsüzleri şeytanî bir ustalıkla kullandılar. Dahası kullanılanlar, yaptıklarının kendilerini özgürlüğe götüreceğine bile inandılar. İşte, Cengiz Dağcı eserleri bu türden gerçekleri daha iyi kavramamıza vesile olmaya devam ediyor.

Neredeyse seksen yıl önce yazılan roman sanki günümüzü anlatmaktadır. 85. Sayfadaki şu cümleye bir bakın mesela: “Evet, Ukrayna acı günler geçiriyordu… Bu büyük ve zengin memleket, tarihinin hangi devresinde serbest yaşadı ki…”. Evet, Ukrayna, Kırım bugün de acı günler, zor anlar geçiriyor; serbest bırakılmıyor. NATO + Avrupa ve Rusya arasındaki kirli bir çıkar çatışmasına kurban ediliyor.

Ne diyelim? Daha çok okumak, daha sağlıklı düşünmek ve güzel yurdumuzu daha yaşanabilir bir vatan haline getirmek dileğiyle…

Vatanını kalbinde taşıyan Cengiz Dağcı gibi şahsiyetlere aşk olsun!

(Cengiz Dağcı, Yurdunu Kaybeden Adam, Ötüken Yayınları, 25. baskı, İstanbul, 2020, 256 sayfa).

  

Exit mobile version