İnsanın zoruna en fazla giden ve onu ziyadesiyle üzecek olan şey, iyilik ettiğinden gördüğü kötülük olsa gerek. Atalarımız bu durumu: “Nankörlük” kelimesiyle ifade edegelmiştir. Bilmeyenler için söyleyeyim ki, “Nan”: “Ekmek” demektir. Yediği ekmeğe; bir başka deyişle gördüğü iyiliğe kötülükle mukabelede bulunmaktır nankörlük.
Yazımızın bu girişini birazdan İsveç’e bağlayacağım ama birkaç genel geçer cümle daha sarf etmeme müsaade ediniz.
Toplumlar ve devletler de insan gibi düşünülmelidir. Yazımızın ilk cümlesindeki “İnsanın” kelimesi yerine toplum ya da devlet kelimesini getirerek cümleyi şöyle kuralım: Toplumların /Devletlerin zoruna en fazla giden ve onu ziyadesiyle üzecek şey, iyilik ettiğinden gördüğü kötülük olsa gerek.
Çünkü toplumlar ve devletler, insanlardan oluşmuş varlıklardır. Dolayısıyla insan gibi düşünülebilir. On dördüncü asır Müslüman âlim İbn-i Haldun’un o sık kullandığım cümlesini burada da kullanayım. Şöyle der rahmetli: “Devletler de insanlar gibidir”.
Bir devlet düşünün (Osmanlı gibi); başka bir devlete (Fransızlar’a mesela) asırlarca süren çok önemli ayrıcalıklar (1535’ten 1923’e kadar süren Kapitülasyonlar) vermiş; onları vakt-i zamanında (1526’da Alman esaretinden kurtarması mesela) yok olmaktan kurtarmıştır. İşte, o nankör Fransa, 1798’de Osmanlı toprağı Mısır’ı işgal etmiştir. Bu, diğer bütün savaşlardan, yenilgilerden daha ağır gelmiştir. Çünkü tarih boyunca görülen iyiliğe kötülükle karşılık verilmiştir.
Şimdi, özel olarak İsveç bahsine geçebiliriz.
PKK terörüne son kırk yıldır kucak açan: “Hümanist” İskandinav ülkesi İsveç’ten bahsediyoruz. Sözüm ona: “Kürt seviciler”! 1798’de Napolyon Bonapart da: Mısır/Arap seviciydi. Oraya “Özgürlük” götürüyordu!
Geçmiş ile bugün sandığınızdan çok daha fazla birbirine benzer. Yukarıda alıntı yaptığım İbn-i Haldun’a bir atıf daha yapalım: “Geçmiş ve bugün, suyun suya benzediği kadar birbirine benzer” diyor. Günümüzün farklı enstrümanlarına aldanıp esasın benzerliğini gözden kaçırıyoruz çoğu zaman. 1798’de Mısır’daki Fransa; 2003’te Irak’taki Amerika ve günümüzün “Barış” ödülü dağıtıcısı İsveç…. Aynı esaslarda birleşiyor aslında.
İsveç’i özel olarak işlememizin nedeni, tahmin edebileceğiniz gibi, son zamanlarda gösterdiği Türkiye düşmanlığında çıtayı haddinden çok daha fazla yükseltmesidir.
1986’da başbakanları (Olof Palme), besledikleri teröristlerin suikastı ile öldürüldüğü halde ders almayan İsveç’ten bahsediyoruz. Onların ki, aslında Türk düşmanlığını bile aşan İslâm karşıtı iflah olmaz bir düşmanlık. Bunu, son zamanlarda polis gözetiminde Kur’an-ı Kerîm’i yakmakla birkaç kezdir gösteriyorlar.
Her biri insanlığı asırlardır aydınlatan birer kandil olan İlahî ayetler, densiz İsveçlinin had bilmezliğiyle elbette sönmeyecektir. Yüce Allah, kendi kelâmını kıyamete dek muhafaza edecektir. Bizim o konudan yana kaygımız yoktur.
Özel olarak İsveç ile üç yüz yılı aşan ilişkilerimizin ana hatlarına vakıf olanlar, yaşanılan bu hadiseleri düşmanlıktan öte anlamlandırırlar ve İsveç’in yaptığının tam anlamıyla bir nankörlük olayı olduğunu da bilirler. Bendeniz tarihçi kimliğimle ve Türk – İsveç ilişkilerinin ilk yüzyılını ayrıntılı okumuş biri olarak olaya şu son gündemin dışından da bakabiliyorum.
Şimdi, sizlere biraz da tarih perspektifinden bakarak, konu hakkında birkaç kelâm edeyim:
Bizim, Osmanlı olarak, İsveç’le ciddi anlamda ilişkilerimizin başlaması 1700’den itibaren başlıyor. İsveç’in başında kral olarak daha yirmisine yeni girmiş, kabına sığmaz deli dolu biri vardır. Bizim: “Demirbaş” sıfatıyla nitelediğimiz bu kişi Karl’dır. Bu tarihlerde Rusya’nın başında da bir başka deli vardır: Deli Petro.
İsveç’in deli Karl’ı ile Rus’un deli Petro’su karşı karşıya gelirler. Baltık Denizi’nde ve Doğu Avrupa’da amansız bir güç çatışması içine girerler. Sizin anlayacağınız, deli deliyi görünce çomağını saklamamış; aksine bütün güçleriyle birbirlerine girmişler. En sonunda 1709’da Poltava (Ukrayna) denilen yerde İsveç kralı hezimete uğramış. Olayın bizimle doğrudan ilgisi bu andan sonra başlamıştır.
Rus’un önünden kaçan İsveç Kralı’nın hayatını kim kurtardı dersiniz? Tabi ki, Osmanlı Devleti!
Evet, sevgili okurlar!
Biz, kendi ülkemizde İsveç Kralı’nı ve yanındaki iki bin kadar adamını önce ölümden kurtardık ve sonra tam beş yıl boyunca besledik. Sultan III. Ahmed’in himayesi sayesinde kellesini kurtaran İsveç Kralı Demirbaş Karl, yine padişahın sağladığı güvence sayesinde yıllar sonra sağ selamet memleketine dönebildi.
Yazımızın başlığını neden: “İsveç Nankörlüğü” diye attığımı bir tek bu hayati yardımımız bile izah etmeye yetiyor. Üstelik bizim İsveç’e yaptığımız karşılıksız yardımlar, korumalar bununla da bitmiyor. 18. Yüzyıl boyunca İsveç’e borç olarak verdiğimiz paraları da onlardan almadığımızı, bağışladığımızı İsveç’e gönderilmiş elçilerimizin raporlarında yazılıdır.
Günümüz İsveç, sanki bütün bunlar tarihte hiç yaşanmamışçasına Türk düşmanlığında şampiyonluğa oynayabiliyor. Üstelik, ahmakçasına, yine Rus korkusundan NATO şemsiyesine sığınmak isterken ve bunun için de Türkiye’ye ihtiyacı varken..
O yüzden bu yapılanlar sadece düşmanlık değil! Aynı zamanda tarihin huzurunda nankörlük ve günümüz siyasi dengeleri içinde ahmaklıktır bu.
İsveç, maalesef düşmanca, nankörce ve ahmakça hareket ediyor.
Biz ne yapmalıyız bu durumda? Bu konuda tek bir tavsiyem olacak: Geçmişte yaptığımız gibi ölçüsüzce, bonkörce yardımlar yapmamalıyız. Bırakalım, NATO’yu rüyalarında görsünler ancak. Gerisi devlet adamlarımıza kalmış. Nasıl gerekiyorsa öyle davransınlar.